Türkiye’de her gün en az 6 işçi, iş cinayetlerinde yaşamını yitiriyor. Bu ve benzeri rakamlar yalnızca ihmallerin ya da teknik yetersizliklerin sonucu değil, kapitalist üretim ilişkilerinin, işçi sınıfının yaşamını değersizleştiren yapısal karakterinin tezahürleridir. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği, sermaye birikiminin önünde bir “maliyet unsuru” olarak görüldüğü sürece, iş cinayetleri bu düzenin “olağan” sonuçları olmaya devam edecektir. Kapitalist sistemin doğasında insanın değil kârın merkezde olması yattığından, bu düzende sağlık ve güvenlik, ancak üretimin devamlılığına katkı sağladığı ölçüde önemlidir. İşçinin yaşamı, ancak üretkenliğiyle bir değer taşır.
Türkiye’de bu sömürü ilişkisi, 1980 sonrasında uygulamaya konan neoliberal politikalarla daha da pekişmiştir. Kamusal denetim mekanizmaları zayıflatılmış, piyasa merkezli bir düzenleme anlayışı yerleşmiştir. Taşeronlaştırma, güvencesizlik, esnek çalışma biçimleri, uzun mesailer ve düşük ücretler işçilere dayatılmış, sendikalaşma sistematik biçimde bastırılmıştır. Bu dönüşüm yalnızca işçilerin ekonomik koşullarını değil, yaşam hakkını da tehdit eder hale gelmiştir. Neoliberal sermaye birikim süreci, işçi sağlığı ve güvenliğini “önlem” değil “maliyet” olarak tanımlamak suretiyle, toplumun tamamını güvencesizliğe mahkûm etmiştir.
Kadın işçilerin maruz bırakıldığı şartlar, bu güvencesizliğin cinsiyetli yüzünü açığa çıkarır. Kadınlar özellikle tekstil, sağlık, eğitim, hizmet ve tarım sektörlerinde düşük ücretli, uzun süreli ve güvencesiz koşullarda çalıştırılmakta; cinsel taciz, mobbing, doğum sonrası işten çıkarma, hijyen eksikliği gibi özgül risklere karşı tamamen korumasız bırakılmaktadır. Bu durum, iş cinayetlerinin yalnızca ani ölümlerden değil, kronikleşen sömürü koşullarından da kaynaklandığını gösterir.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre 2024 yılında en az 2000 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Bu artık yalnızca mavi yaka işçilerin değil, beyaz yaka olarak tanımlanan emekçilerin de doğrudan maruz kaldığı bir felakete dönüşmüştür. Psikososyal riskler, mobbing ve aşırı performans baskısı, son yıllarda artan intihar vakalarıyla kendini göstermekte, güvencesiz emeğin ruhsal bedeli işçilerin omuzlarına yıkılmaktadır. Mobbing artık bir yönetim biçimi, intihar ise görünmeyen iş cinayeti haline gelmiştir.
AKP’nin 22 yıllık iktidarı boyunca (2002-2024) en az 32.984 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Bu tablo, siyasi iktidarın neoliberal sermaye düzenini kurumsallaştırma sürecinde işçilerin yaşamını nasıl gözden çıkardığını açıkça gösteriyor. Soma ve Ermenek gibi toplu katliamlar ise, bu sürecin asla unutamayacağımız kırılma noktalarına vücut veriyor. Bu katliamların ardından, iş cinayetlerinin hesabını sormak üzere yürütülen yargı süreçlerine yönelik baskılar artmış, işçilerin hakkını savunan avukatlar hedef haline getirilmiştir. Soma Davası’nın avukatlarından Selçuk Kozağaçlı ve Can Atalay, yalnızca hukuki mücadele yürüttükleri için değil, bu davaları sınıfsal ve siyasal bir sorumlulukla üstlendikleri için cezalandırılmışlardır. Bu örnekler, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği talebinin aynı zamanda politik bir mücadele olduğunu da gösterir.
Yetkisiz bırakılmış iş sağlığı ve güvenliği profesyonelleri, işverenin çıkarlarına tabi hale getirilmiş, kamusal bir otorite yerine şirket memurluğuna indirgenmiştir. Bu durum, İSG uzmanlarını etkisizleştirmiş, işyerlerinde işçinin gerçek temsilini ortadan kaldırmıştır. Oysa kamusal yetkiyle donatılmış, sendikalı, bağımsız İSG uzmanlarının varlığı; işyerinde demokratik denetimi, işçinin söz hakkını ve katılımını mümkün kılacaktır. İSG profesyonelleri hem teknik bilgiye hem de sınıfsal bir perspektife sahip olmalı, sadece prosedürleri değil, işçinin yaşamını esas alan bir güvenlik anlayışını temsil etmelidir.
Benzer biçimde, sağlık ve güvenlik kültürünün toplumun tüm alanlarında yerleşmesi gerektiğini gösteren başka örnekler de mevcuttur. Çorlu Tren Katliamı, 25 yurttaşımızın hayatını kaybetmesine neden olan bir ihmaller zincirinden başka bir şey değildir. Liyakatsizlik, denetimsizlik, kayırmacılık bir facianın önünü açmıştır. 2011 Van Depremi, 2023 Maraş Depremi gibi olaylar; afet yönetiminin özelleştirilmesi ve rantçı kentleşmenin halk sağlığına kastettiği felaketlerdir. İstanbul’daki afet toplanma alanlarının AVM’lere ve yandaş şirketlere peşkeş çekilmesi, gelecekte yaşanacak faciaların hazırlıksızlığını bugünden göstermektedir. Sağlık ve güvenlik kültürü, yalnızca işyerlerinde değil, şehir planlamasında, ulaşımda, okulda, evde, kamusal her alanda yaygınlaştırılması gereken bir toplumsal bilinçtir.
Bu sorunlar yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Bangladeş’teki Rana Plaza faciası, Katar’daki Dünya Kupası hazırlıklarında ölen inşaat işçileri, Güney Kore’deki teslimat emekçileri, Çin ve Hindistan’daki ölümcül iş kazaları; kapitalizmin küresel ölçekte işçi yaşamını hiçe saydığını kanıtlamaktadır. Kapitalist sistem, ulusal sınır tanımaksızın kâr için öldürmektedir.
Sağlık ve güvenlik kültürü, eşit yurttaşlığın ve halk egemenliğinin temel zemini olarak ele alınmalıdır. Sosyalist bir sağlık ve güvenlik sistemi; işçinin söz ve karar hakkını esas almalı, sendikalı ve güvenceli çalışmayı garanti altına almalı, cinsiyet eşitliğini gözetmeli ve sağlık-güvenlik bilincini eğitimden kent planlamasına dek tüm alanlara yaymalıdır. Bu sistem, yaşamı merkeze alan, sermayeyi değil insanı önceleyen bir toplumsal düzenin ifadesi olacaktır.
İşçilerin yaşam hakkı için verilen mücadele, yalnızca teknik bir önlem mücadelesi değil, sömürü düzenine karşı yürütülen tarihsel bir sınıf mücadelesidir. Sağlık ve güvenlik kültürü, yalnızca bir işyeri meselesi değil; kamusal yaşamı, kentleri, eğitim sistemini, afet politikalarını ve yargıyı da kapsayan bütünlüklü bir toplumsal dönüşüm talebidir. Kapitalizm öldürür; yaşamak için sosyalizm gerekir.