Kentlerin modern yüzü, ışıklı vitrinler ve düzenli market koridorlarıyla süslenmiş bir sahneye benzer. Ancak bu sahnenin arkasında, görünmeyen bir çöküş vardır. Rafların düzeni, kasaların hızı, mağazaların temizliği; hepsi, çoğu zaman adı bile anılmayan bir sınıfın bitap düşmüş bedeniyle mümkün olur.
Günümüzde mağaza, market ve depo işçileri, kapitalizmin en görünür ancak en görünmez emekçileridir. Bu sektör, hizmetle üretimin iç içe geçtiği, hem fiziksel hem de duygusal emeğin sömürüldüğü bir rejimi inşa etmiştir. Rafların tozunu silerken saatini unutan, paketleme hızına yetişemediğinde işinden olan, ayakta geçirdiği saatlerde nabzı yükselen, sıcakta terleyen, soğukta titreyen; tüm bunların ortasında gülümsemeye zorlanan yüz binlerce emekçi. Bunlar yeni çağın kent proletaryasını oluşturur.
Mağaza ve market işçileri için iş günü, sabahın erken saatlerinden akşamın geç vaktine kadar süren bitimsiz bir ayakta duruşla başlar. Kasada geçen saatler, reyonlara mal taşıma, raf düzenleme, ürün yerleştirme ve müşterilerle birebir temas. Bu döngü içinde beden yorulur ama asıl tüketilen zihindir. Güler yüz, hizmet odaklılık ve kibarlık birer “çalışma kriterine” dönüştürülmüştür. Artık sadece kol gücü değil, duygu da metalaşmıştır. İşçinin yalnızca kas gücü değil, sabrı da şirketin malıdır. Bu durum, sermayenin emeği yalnızca maddi değil, manevi olarak da sömürdüğünü en açık biçimde gösterir.
Bazı mağazalarda personel sayısı azaltıldıkça, tek bir işçiden birden fazla görev beklenir. Sabah reyon, öğlen kasa, akşam depo. Patronlar için “esneklik” olarak adlandırılan bu çoklu görev dağılımı, işçide tekil bir yıpranma yaratır. Bu yıpranma, yalnızca fiziksel yorgunluk değil, aynı zamanda bir kimlik dağılmasıdır. Ne kasiyer olduğunu bilebilir ne reyon görevlisi. Her şeydir ama hiçbir şeye yetemez.
Market zincirlerinin depolarında işler daha da mekanikleşmiştir. Dakikayla yarışan işçiler, barkod tarayarak, koli taşıyarak ya da sipariş sıralarını düzenleyerek, algoritmalarla yarışan canlı zaman makinelerine dönüşürler. Her saniye takip edilir, her hareket puanlanır. Bu düzen, insanı zamanla hizaya getirmenin en acımasız yollarından biridir. İnsan artık zamanla değil, zamana karşı çalışır.
Birçok işçi için bu süreç, kendi iradesinin değil sistemin temposuna göre yaşamak anlamına gelir. Ne kadar hızlı olursa olsun, sistem hep biraz daha fazlasını isteyecektir. Bu da sürekli bir suçluluk duygusunu, yetersizlik hissini beraberinde getirir. Böylece sermaye, sadece işçinin bedenini değil, ruhunu da denetim altına alır.
Bu sektörlerde çalışanlar için sıcaklık, havalandırma, ışık gibi temel çalışma koşulları bile birer lükstür. Birçok markette klima açılmadığı için yazın boğucu sıcaklar, kışın ise ayaz soğuklar içinde çalışmak zorunlu hâle gelir. Depolarda ise durum daha da çarpıcıdır. Taşeronlaştırılmış şirketlerin işlettiği depolarda, temel güvenlik önlemleri alınmaz. Kamyon yükleme boşaltma sırasında yaşanan ezilmeler, istif devrilmeleri ya da sürekli tekrar eden hareketlerin yol açtığı kas iskelet sistemi hastalıkları kader gibi sunulur. Oysa burada iş kazası değil, işin doğasına gömülmüş bir şiddet vardır.
Bu koşullar, kapitalizmin işçiye yalnızca üretim zamanı içinde değil, üretim koşulları üzerinden de nasıl şiddet uyguladığını gösterir. Kârın maliyetini işçi öder; klimaya para harcamamak için işçinin kanı kurutulur, aydınlatmaya masraf etmemek için gözleri bozulur, zamana yetişmek için beli sakatlanır.
Market ve mağaza işçileri arasında kadınların oranı fazladır. Bu kadınlar hem işyerinde hem evde yük taşıyan, iki ayrı emek alanını birleştiren, sömürünün katlanmış haline maruz kalan bireylerdir. Mağazada gün boyu ayakta dururken, eve gittiğinde bakım emeği devam eder. Patron için performans gösteren, evde çocuk için yemek pişiren. Ancak ne market patronu onun evdeki emeğini görür, ne ev halkı marketteki sömürüyü fark eder.
Genç işçiler için bu sektör, çoğunlukla ilk iş deneyimidir. Ancak bu deneyim, güvencesizlik, düşük ücret ve tehditle örülüdür. “Deneme süresi” adı altında sigortasız çalıştırılırlar; bir “hata” yaptıklarında hemen kapı önüne konurlar. Böylece iş yaşamına başlarken öğrenilen ilk şey, sessizliktir. Ses çıkarırsan kapı dışarı, susarsan belki bir hafta daha…
Göçmen işçiler ise en alt tabakada yer alır. Dili bilmedikleri için itiraz edemez, belgeleri eksik olduğu için hak iddia edemezler. Bu durum onları patronlar için ideal sömürü nesnesi hâline getirir. İş cinayetlerine en açık grup da onlardır; çünkü hiçbir veri tabanında adları bile geçmez. Çoğunlukla depolarda gündelik düşük ücretlerle en fazla çalıştırılan işçi grubu göçmen işçilerdir.
Bu sektörün bir başka gerçeği de ideolojik çitlerle çevrili olmasıdır. İşçiler çoğunlukla bu durumu doğal karşılar. Örgütsüzlüğün, güvencesizliğin ve düşük ücretin çaresizlikle iç içe geçmiş hâlini “norm” olarak benimserler. Zihinlere yerleştirilen “şükretme kültürü”, onları mevcut durumu sorgulamaktan alıkoyar. En kötüsü budur; sömürü yalnızca dışsal değil, içselleştirilmiş bir kabuldür.
Bir market işçisi için “müşteri” yalnızca alışveriş yapan biri değildir. Aynı zamanda bir denetleyici, bir şikâyetçi, bir puan vericidir. Böylece patronun gözü, müşterinin ağzıyla işçiyi kontrol eder. Bu, baskının ideolojik bir forma bürünmesidir. Artık kamera değil, müşteri bakar. Müdür değil, müşteri azarlayabilir. Ve işçi tüm bu aşağılanmayı “işin gereği” sanarak içine atar.
Tüm bu karanlık tablonun içinde çatlaklar da vardır. Bazı depo ve marketlerde baş gösteren grev girişimleri, iş yavaşlatmalar ya da sosyal medya dayanışmaları, sınıfın uyanış kıpırtılarını taşır. Bu kıpırtılar genellikle en çok baskı görenlerden çıkar. Kadınlar, gençler, gece vardiyasında çalışanlar…
Örgütlenme deneyimi her zaman kolay değildir. Patronlar işten atmakla tehdit eder, sendikalara gözdağı verir, işçileri birbirine düşürmeye çalışır. Ancak bu baskı, mücadele edildikçe anlamını yitirir. Bugün hâlâ sendikalı olmayı başaran, toplu sözleşme imzalayan, vardiya sürelerini kısaltan örnekler vardır. Bu örnekler bize, örgütlenmenin hem mümkün olduğunu hem de gerekli olduğunu gösterir.
Marketlerde gördüğümüz ürünlerin fiyat etiketleri kadar, o etiketlerin arkasındaki emek de görünmelidir. Bu emek yalnızca üretimi değil, yaşamı mümkün kılar. Mağazaların düzeni, sadece patronun planlaması değil, işçinin sırtına yüklediği binlerce parçanın sonucudur. Her barkod, bir omuz ağrısını temsil eder. Her kasa fişi, bir ter damlasının izidir. Eğer bu hayat değişecekse, rafların arkasını görmekle başlayacak. Bu görünmeyen emeği görünür kılmak, yalnızca bir duyarlılık çağrısı değil, politik bir eylemdir. Çünkü işçinin kaderi, düzenin seçeneği değildir.
Sermayenin gölgesinde bir can pazarı kurulmuşsa, o pazarı dağıtacak olan, birbirinin yükünü omuzlayan işçiler olacaktır. Marketin ışıkları ne kadar parlak olursa olsun, raflar devrildiğinde geriye kalan tek şey hakikattir. Ve o hakikat, ayakta geçen saatler boyunca kurulan, her gün susturulan ama sonunda konuşacak olan sınıfın sesidir.