‘O kitapta Fransızların nefret ettikleri, sevinçle giyotine gönderdikleri “bedbaht kraliçe”, “kederli anne” o kadar güzel savunulmuştu ki okuduktan sonra Kamil Bey başı kesilen kadına acımış, Fransız milletini ayıplamıştı. Şimdi Goncourt Efendilerin fena halde yanıldığını anlıyordu.’ (1)
Esir Şehrin İnsanları romanında Kamil Bey’in Marie Antoinette hakkında yaşadığı farkındalık, bireylerin tarihte büyük yer kaplayan ve büyük kitlelerin yaşayışlarını, şimdiki ve gelecek zamanlarını etkileyen olayları değerlendirirken yönlendirmelere açık olabildiklerini hatırlatır. Çünkü olaya dair kısa, çarpıcı ve hislere hitap eden cevaplar bulmak, onu akılcı biçimde ele almaktan daha çekicidir. Ekim Devrimi, Anadolu’da Cumhuriyet’in kuruluşu gibi büyük tarih olayları değerlendirilirken de genellikle kesin cevaplar üreten benimseme veya reddetme eğilimlerinden biri ağır basar. Peki tarihsel olaylara dair değerlendirmeler, iki uçtan birine mutlaka yakın olmak zorunda mıdır? Tarihe yüzeysel bilgiye dayalı bir sevgi-nefret ikileminden bakmak kimsenin işine yarar mı? Veya kime, ne sakıncaları olabilir?
Burada kastedilen, olguyla ilgili değerlendirmenin yavan bir tarafsızlık çabası içermesi değil. Çünkü tarih, geçmişin bir nevi yeniden kurulmasıdır ve geçmiş, kaynaklardan asla tam olarak yakalanamaz. John Tosh, kaynaklardan topladığı bilgilerin aralarındaki boşlukları doldurabilmek için tarihçiye bilimsel yöntemlerin yanında önemli ölçüde bir düş gücü de gerektiğinin altını çizer (2). Bu yüzden tarih yazımı kaçınılmaz olarak öznel bir nitelik taşır. Tarihin öznelliği, bir ideolojinin pekiştirilmesi ve kitlelerin davranışlarının şekillendirilmesinde rol oynar. Çağın egemen düşüncelerinin (3) yeniden üretilmesinde önemli işlev görür. Geçmişe dair kurulan anlatı, gerçekleşen olguları, kitlelerin gözünde farklı doğrultularda, olumlu ya da olumsuz gösterip toplumsal bilince etki eder. Eric Hobsbawm, Pakistan’ın 5000 yıllık görkemli tarihini anlatan bir araştırmaya rastladığı tarihte Pakistan’ın devlet olarak sadece 46 yıllık bir geçmişinin olduğundan bahseder (4). İngiltere’de 1868’de, tarih araştırmalarını ulusal amaçlara göre yönlendirme amacı güden ve bünyesinde kral tarafından atanan resmi tarihçileri barındıran Royal Historical Society gibi bir kurum meydana getirilmiştir.
Kıta Avrupası’nda 19. yy’dan itibaren gelişen ulus bilinci ve diğer toplumsal gelişmeler, tarih araştırmalarının niteliğini değiştirdiği gibi devletin gözünde tarihin yalnızca bir araştırma alanı olmaktan çıkıp siyasi bir araç haline gelmesine, hatta bazen yeniden yazılmasına yol açmıştır. Ulusal kimlik yaratılması ve yurttaşlık bilincinin pekiştirilmesi amacıyla devlet, tarih eğitimini kitleselleştirmiş ve denetim altına almıştır. Bu dönemde tarih, akademide ve siyasette kendine geniş yer bulmuştur.
İngiltere ve Fransa gibi burjuva devrimini erken dönemde ve “doğal” yollarla gerçekleştiren ülkelerde, devrime önderlik eden burjuva sınıfının yanında dönüşüme aktif biçimde katılan diğer toplumsal sınıflar, kendi bilinçlerini de bu süreçte oluşturmuşlardır. Bu sayede bu ülkelerde ulus bilinci de daha organik yollarla oluşmuş ve tarih biliminin siyasi bir karakter edinmesi kendi ritmini kolay bulmuştur.
Burjuva devrimlerini aşağıdan ve “doğal” yollardan gerçekleştiren ülkelerin aksine, geç dönemlerde gerçekleştiren ülkelerde devrimler, önder kadroların bilinç düzeylerinin ve aksiyonlarının mevcut toplumsal birikimin çoğunlukla önünde gitmesi -bir çeşit öznelliğin nesnelliği sollaması- gibi önemli bir karakteristiğe sahiptir (5). Bundan dolayı devrim, o coğrafyanın özelliklerinden, halkın ve öncü kadroların alışkanlıklarından, geleneklerinden izler taşımak, kimi zaman bunlarla mücadele etmek zorundadır. Her tarihsel grubun kendine ait, zamana ve mekâna bağlı yerleşik değerleri vardır. Edward Hallett Carr’ın vurguladığı gibi bir yerde bir ülkünün ortaya çıkışı ve eşitlik, özgürlük, hukuk gibi kavramların pratik içerikleri, o yer ve zamanın, bölgenin kendine ait değerlerine bağlı olarak şekillenir ve değişiklik gösterir (6).
Devrimini geç gerçekleştiren ülkelerin kurucu kadroları, diğer bir deyişle yeni egemen sınıfları, devrimin meşruiyetini ve kalıcılığını da bir dereceye kadar kendileri inşa etmek durumundadırlar. Çünkü üretim ilişkileri daha ileri seviyeye “doğal” yollarla geçememiş ve buna bağlı siyaset ve hukuk gibi üstyapı öğeleri yeterli düzeyde olgunlaşmamıştır. Bunlar gerekirse “el yordamıyla” ve acele edilerek oluşturulmalıdır. Doğal olarak da siyasi devrimin belli özgünlükler içermesi gibi toplumsal devrim de kendine has bir süreç izleyerek ilerler, bir tür laboratuvar halini alır.
Burjuva devrimini 1908-1923 aralığı gibi geç bir dönemde yaşayan bir ülke olan Türkiye’de, kapitalizmin Osmanlı’da gelişmeye başlamasından reform hareketlerine, Hürriyet Devrimi’nden Cumhuriyet’in ilanına kadar olan bütün süreçte geç kapitalistleşmenin izleri görülür. Reformlar sosyal ve ekonomik olgunlaşma sonucu değil de aydın-bürokratların taşımasıyla, çağa ayak uydurma ihtiyacı gözetilerek gerçekleşmiştir. Burjuva üretim ilişkileri “kendiliğinden” değil; Osmanlı’nın kapitalizme giderek artan bağımlılığıyla beraber yerleşmiştir. Sonunda Anadolu toprağı kendi modernleşmesini yaşamış ve kendine has sınıf ilişkilerinin sonucunda burjuva devrimini gerçekleştirmiştir. Özellikle Cumhuriyet’in ilan edilmesinden itibaren, geç kapitalistleşmenin etkileri çok daha billurlaşır. Bu dönemde kurucu kadroların ülkeyi modern bir uygarlık haline getirme iradeleriyle halkın toplumsal birikimi arasındaki mesafe, uygulanan bazı inkılapların ve hatta cumhuriyet felsefesinin kendisinin yurdun her yerinde aynı isabetle idrak edilememesine yol açmıştır.
Her şeye rağmen, Cumhuriyet’in meşruiyeti ve kalıcılığı için, onun felsefesine uygun bir ulus ve kültür inşası bir mecburiyetti ve kurucu kadrolar bunun için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Ülkenin modern bir burjuva uygarlığı haline getirilmesinin aciliyeti, toplumsal bilincin oluşmasını bekleyememiştir. Öyle ki, Özsoy operası, ilk ulusal opera denemesi olmak gibi bir önem arz etmesine rağmen sadece küçük bir aydın çevrenin ilgisini çekip şehrin çeperlerinde yaşayan halk için “gavur icadı” sayılabilmiş; şehirlerde modern bir burjuva kültürü oluşurken taşrada halk hâlâ toprak ağalarının hükmü altında yaşayabilmiştir (7).
Cumhuriyetin, ya da herhangi bir tarihsel olgunun, meydana geldiği coğrafyada koşulladığı dönüşümlerin, toplumun farklı kesimlerine farklı yönlerde ve düzeylerde etki etmiş olması sınıflı toplum olgusunun doğal bir sonucudur. Cumhuriyet’in kurucu kadroları, başlangıçta sınıf olgusunu yok saymak istemişse de, burjuva devrimlerinin tarihteki işlevi modern toplumsal sınıfları yaratmak ve aralarındaki çelişkiyi keskinleştirmektir. Örneğin cumhuriyet, insanları hukuk önünde yurttaş olarak eşitlemiştir, fakat bu eşitlik sınıf eşitsizliğini yok etmediği gibi halk kendini giderek belirginleşen bir sosyoekonomik eşitsizliğin içinde bulmuştur. Diğer bir deyişle, sınıf eşitsizliğinin kaynağı burjuva toplumunun eşitliği olmuştur (8). Cumhuriyet sonrası karaborsa, arsa spekülasyonu, Ermeni mallarını haraç mezat satın alma (9) da dahil çeşitli yollarla hızla semirip büyüyen bir sermaye sınıfı oluşurken, Milli Mücadele’ye katılmış olan emekçi sınıfların hayatlarında refah yönünden büyük bir iyileşme olmamış, bunun yanında uzun yıllar dernek ve sendika kurmaları yasalarla engellenmiştir. Yoksul köylüler yerel büyük toprak sahiplerine bağımlıyken işçi sınıfının 1923-1929 arası milli gelirden aldığı payın %4.2’ye yükselmesi bile reel ücretlerden ziyade istihdamdaki artıştan kaynaklanmıştır (10).
Diğer yandan, Cumhuriyet, Anadolu’ya çok önemli faziletlerle de gelmiştir. Emperyalizmi doğrudan savaş meydanında yenerek dünya tarihinde halkların kendi kaderlerini kendilerinin belirleyebileceğini gösteren, mazlum halklara örnek olan bir kahramanlık hikayesi olan Milli Mücadele’nin sonucunda Cumhuriyet kurulmuş, reformlarla modernleştirilmeye uğraşılan bir imparatorluğun yerini çağdaş hukuku benimseyen bağımsız bir ulus devlet almış, halkı tebaalıktan yurttaş statüsüne çıkarmıştır. Üretim hızla modernize edilmiş, büyük fabrikalar kurulup etrafında modern işçi kentleri oluşmaya başlamış, okuma yazma oranı hızla artmış, kültürde ve yaşamda kapsamlı bir çağdaşlaşma yaşanmıştır.
Gerçekleşen tarihi olguya, bu yazı özelinde Cumhuriyet’e dair düşünürken, onu bütün özellikleriyle benimseyecek veya tamamen reddedecek örnekler bulmak görüldüğü gibi oldukça kolaydır. Ancak bu denli aşırı bir soyutlama, somut gerçekler yerine o tarih anlatısını kuran ideolojinin varılmasını istediği sonuca varmaktan ve o ideolojiyi yeniden üretmekten kurtulamaz. Aşırı soyutlamanın ürettiği geçmiş anlatısının egemenlerden taraf olan hali “resmi tarih” olarak adlandırılabilir. Resmi tarih yazımında olgu, yüceltilerek anlatılıp kitlelerin olguyu koşulsuz benimsemesi amaçlanır. Dahası, olgunun öncesine ait olan tarih de yine egemen ideolojiyi pekiştirecek şekilde nakledilir. Var olan tarihin yerine bir çeşit yenisi konulur. Yalnızca zihinlere yerleşmesi istenen tarihi olgu değil, öncesi ve sonrası da o olgunun kıymetini ve vazgeçilmezliğini vurgulayacak şekilde yansıtılır.
İngiliz tarihçi Christopher Hill’e göre geçmiş, deneylerin yapılıp kuramların sınandığı bir laboratuvardır ve pasif seyircilere sunulan bir film değildir (11). Tarih, kitlelerin bugünkü eylemlerinin şekillendirilmesinde etkilidir. Bir bakıma da bu yüzden öznel bir karakter taşır. Bu öznellik egemenlerin elinde olduğu zaman tarihi olgular, kitleler için etraflıca düşünmeye gerek olmadan kavranabilen, kısa ve etkili cevaplarla zihinleri doyuran olaylar biçimini alır. Örneğin cumhuriyet, bazı ufak ama kaçınılmaz olumsuzluklar içerebilen, ancak bu olumsuzlukları kolayca unutturacak yüksek faziletlerinden dolayı sevgiyle benimsenmesi gereken, benimsenmemesi nefret edilmesiyle neredeyse eş anlamlı olan bir hale gelir. Ya da aynı cumhuriyet, tepeden inme, bir avuç asker-sivil elitin halkla hiçbir bağının olmadığı antidemokratik bir yönetim biçimi olarak sunulur. Böylelikle kitleler için tarihi olgu sevgi-nefret ikilemine sıkıştırılmış ve üzerine bütünlüklü düşünme gerekliliği ortadan kaldırılmıştır. Artık bir çeşit fanatiklikle savunulabilir veya reddedilebilir haldedir.
Şevket Süreyya Aydemir, Kadro hareketinin çıkış sürecini anlatırken; kitlelerin devrimlerin fikirsel bütünlüklerinden çok onun basitleştirilmiş şekilleri ve akılda kalıcı sloganlarıyla ilgilendiğini, onları hislerine göre benimsediğinden, bu yüzden de cumhuriyet devriminin halka aktarılması için daha sade bir anlatının oluşturulması gerektiğinden bahseder (12). Cumhuriyetin kurucu kadroları da, toplumsal devrimi sürdürmek için kitlelerin hislerine hitap edecek enstrümanlar aramışlardır. Türk ulusunun kökeninin ve teşkilatçılık yeteneklerinin vurgulandığı tarih kongreleri (1932 ve 1937), Avrupa merkezci tarih görüşünün reddedilip Asya eksenli bir Türk tarihi anlatısının kurulduğu Türk Tarihinin Ana Hatları kitabı (1930), Türk dilinin kaynakları ve diğer diller üzerindeki etkilerinin tartışıldığı Türk Dili Kurultayı (1932) bunların başlıcalarıdır. Bunun haricinde üniversite reformu (1933), Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi’nin kurulması (1935), Kadro dergisiyle “devrimin izahı”na girişilmesi (13) gibi akademi ve kültür alanında da adımlar atılmıştır.
Cumhuriyet hakkında düşünmenin günümüzde benimseme ya da reddetme eğilimine evrilmesi, mevcut siyasi tartışmaların aciliyetinin yanında ülkede süregelen entelektüel kısırlığın da bir sonucudur. Cumhuriyet’in tarih anlatısı, kuruluşundan itibaren uzun yıllar egemen ideolojinin denetiminde, yer yer bilimsel kaygı dahi güdülmeden şekillenmiştir. Birinci Türk Tarih Kongresinde, Zeki Velidi Togan’ın, Türklerin gelişiminde iklim etkisinin bilimsel kaynak yönünden eksik bir argüman olduğu uyarısına rağmen argümanın sahibi Reşit Galip tarafından bastırılması (14), 27 Mayıs’tan sonraki dönemde Demokrat Parti iktidarı döneminin ders kitaplarından kaldırılması (15) bunun en doğrudan örnekleridir. Ayrıca egemen ideoloji çepere yayıldıkça cumhuriyet anlatısı iyice dokunulmaz bir mite dönüşmüş, CHP’nin 1930 sonrası parti-devlet haline gelmesiyle iyice pekişmiş ve günümüzde de halkın hatırı sayılır bir kısmının benimsemeye devam ettiği yüzeysel, sloganvari bir yaklaşım oluşturmuştur.
Bunun yanında, yazının ana odağı olmamakla birlikte bahsetmek gerekir ki 1950’lerden itibaren yükselmeye başlayan İslamcı ideolojinin birikimi, cumhuriyetin tırpanlandığı 12 Eylül darbesi, cemaatlerin yükselişi ve 23 yıllık AKP iktidarının çeşitli şekillerde önünü açmasıyla da süregelen, gerektiği yerde liberaller tarafından da hevesle yeniden üretilen bir tür “anti-cumhuriyet” ideolojisi de mevcuttur.
Halbuki, Cumhuriyet ya da herhangi bir tarihi olay üzerine kafa yormanın daha mantıklı yolları da mevcuttur. Eksik, yüzeysel bilgiyle, daha çok devrime ve önder kadrolarına karşı beslenen hislerle devrimi tamamen benimsemek veya tamamen reddetmek yerine; onu meydana getiren koşulların neler olduğu, başka coğrafyalarda meydana gelen benzerlerinden hangi noktalarda farklılaştığı, meydana geldiği coğrafyada hangi dönüşümleri koşulladığı, halkın yaşantısında ve düşüncesinde ne gibi değişimlere yol açtığı, geçmişinden nasıl etkilenip geleceğe ne etkide bulunduğu üzerine de düşünülebilir.
Edward Hallett Carr’a göre olgular, kendilerine başvurulduğunda konuşurlar. Hangi olgulara hangi bağlam ya da sıra içinde söz hakkı verileceği tarihçinin kararıdır (16). Egemen ideoloji, büyük tarih olaylarının, birkaç büyük dahinin eseri olan ayrıksı momentler olarak düşünülmesini teşvik eder. Kitlelerin olaydaki rolünü fark ettirmeden kenara itip bireyleri vitrine koyar. Olayları, öncü elitlerin iyinin veya kötünün katıksız temsilcileri oldukları, bazen epik bazen romantik bir hikaye anlatısına indirger.
Toparlamak gerekirse, kişinin herhangi bir tarihi olayda taraf olması, olayı her yönüyle benimseme veya tamamen reddetme zorunluluğunu beraberinde getirmez. Ayrıca kaçınılmaz olarak, olay kişiye bazı yönleriyle avantaj, bazı yönleriyle dezavantaj sağlar ve kişi farkına varsa da varmasa da bunları hayatının belli dönemlerinde deneyimler. Tarihi olaylar, egemen ideolojinin öğrettiğinin aksine; o coğrafyada yaşayan herkese bir bütün olarak aynı şekilde etki etmez. İnsanların dahil oldukları toplumsal sınıflar, yaşam şekilleri, kimi zaman cinsiyetleri, inançları vb. özellikleri tarihi olayla ilişkilenmelerini etkiler. Olaydan faydalananlar kadar faydalanamayanların, hatta doğrudan zarar görenlerin olması tarihin işleyişinin doğal bir sonucudur. Çünkü tarih, sonuçlarına daima birilerinin zararına olacak şekilde erişilen bir mücadele sürecidir (17).
Bahsedilenler, Anadolu topraklarının ve halklarının kaderine etki eden en önemli tarihsel olay olan Cumhuriyet için de geçerlidir. Cumhuriyet’le ilgili, bilgiye dayalı olmayan, duygusal bir bağlılık veya mesafelenme bağlamında düşünmek, geçmişe kuşkuyla bakmayı ve ondan ders çıkarmayı engeller. Egemen ideoloji de kişiyi böyle romantik bir kolaycılığa kaçmaya sevk eder. Çünkü tarih bilgisinin, kişiye cumhuriyeti yorumlarken sevgi-nefret ikilemine mahkum olmadığına dair farkındalık kazandırmak gibi, iktidarlar için yıkıcı olabilecek bir işlevi vardır. Egemenlerin tarihe olan ilgilerinin temelinde de bir noktada bu yıkıcı ve yeniden yapıcı işlevi kontrol altına almak yatar.
Farklı çağlardan ve farklı tarih okullarından birçok tarihçinin aynı fikirde olduğu konulardan biri, tarihin bugünü anlamaya ve değiştirmeye yardımcı olduğudur. Tarihi bir hadiseye dair mitlere dayalı bilgi, kitlelerin tarihe dair görüşlerini, dolayısıyla bugünkü eylemlerini iktidarların yönlendirmesine açık hale getirir. Birinci Dünya Savaşı’ndan umduğu sonuçlarla dönmeyen Almanya ve İtalya’da, egemenlerin doğrudan müdahalede bulundukları, yer yer yeniden oluşturdukları tarih bilinci, büyük kitleleri dünyanın efendileri olmaları gerektiğine inandırabilmiş, Avrupa’yı ve dünyayı yeniden savaşa sürükleyebilmiştir. Cumhuriyet açısından düşünüldüğünde de, kurulduğundan bu yana içinin nasıl boşaltıldığına bakıldığında, egemenlerin yönlendirmelerinin onu daima ileri taşıyacağının garantisi yoktur. Ancak eğer cumhuriyet gerçekten daha da iyi bir hale getirilecekse, bu önce egemenlerin ideolojik müdahalelerine set çekilmesi, sonra da bugün neredeyse tanınmayacak bir halde olan cumhuriyete müdahale edilebileceği fikrinin belirmesiyle gerçekleşecektir. Bu ise yalnızca ve yalnızca bugünkü iktidarın karşı hegemonya çabasına karşı mitlere dayalı bir cumhuriyet anlatısına bilinçsizce sarılmaktan kendini kurtarmış doğru bir tarih bilinciyle mümkündür.
Son olarak tarih, saf iyilerle saf kötülerin karşı karşıya geldiği bir süreçler silsilesi değildir. Dolayısıyla tarihteki olaylar da duygusal bir bakış açısıyla ele alınamaz. Düşünüldüğünde; bir asır önce taşrada halka zulmeden birçok eşkıya bir zamanlar Kuva-yi Milliye saflarında işgalcilere karşı savaşan saygın kahramanlardı. Christopher Hill’in hatırlattığı gibi, birçok kriminal tip, Paris komünarları ile birlikte “göğü fethe çıkmıştı” (18). Ya da komünü korkunç bir şiddetle bastıran Fransız ordusunda, sevdiklerini geride bırakıp savaşmaya gelmiş birçok fedakâr ve erdemli baba, abi ve eş yer almıştı. Tarih, bilgisiz bir duygusallıkla kucaklanacak veya kuru bir hınçla reddedilecek olaylar bütünü değildir.
-Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları, (İthaki Yayınları, 2007), 354. -John Tosh, Tarihin Peşinde, (Kronik Kitap, 2019), 158. -Karl Marx & Friedrich Engels, Komünist Manifesto, (Yordam Kitap, 2017), 65. -Eric J. Hobsbawm, Tarih Üzerine, (Agora Kitaplığı, 2009), 7. -Metin Çulhaoğlu, bu durumu İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin oturduğu sınıf temeliyle gösterdiği siyasal etkinlik arasındaki eşitsiz ilişki üzerinden açıklar.Metin Çulhaoğlu, Tarih, Türkiye, Sosyalizm - Bir Mirasın Güncelliği, (Yordam Kitap, 2016), 152. -Edward Hallett Carr, Tarih Nedir?, (İletişim Yayınları, 2018), 141. -Gökhan Atılgan, 100 Yıl Sonra Türkiye Cumhuriyeti, (Yordam Kitap, 2024), 145. -Gökhan Atılgan, 100 Yıl Sonra Türkiye Cumhuriyeti, (Yordam Kitap, 2024), 20. -Mehmet Emin Sazak, Emin Bey'in Defteri: Hatıralar, (Bilgeoğuz Yayınları, 2009), 114. -Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi - 1908-2015, (İmge Kitabevi, 2008), 60. -Christopher Hill, Marksizm ve Tarih, (Kor Kitap, 2017), 28. -Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, (Remzi Kitabevi, 2021), 373. -Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, (Remzi Kitabevi, 2021), 357. -Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih: Türkiyeʼde "Resmî Tarih" Tezinin Oluşumu: (1929-1937), (İletişim Yayınları, 2009), 171-173. -Büşra Ersanlı, İktidar ve Tarih: Türkiyeʼde "Resmî Tarih" Tezinin Oluşumu: (1929-1937), (İletişim Yayınları, 2009), 116. -Edward Hallett Carr, Tarih Nedir?, (İletişim Yayınları, 2018), 62. -Edward Hallett Carr, Tarih Nedir?, (İletişim Yayınları, 2018), 136. -Christopher Hill, Marksizm ve Tarih, (Kor Kitap, 2017), 26.