Toprak, Irk ve Özel Mülkiyet: “Nehirden Denize’’ Yerleşimci Sömürgeciliğin İnşası

Nazlıcan Karaali14 Temmuz 2025

Sermayenin para, eğitim gibi pek çok meta ve hizmetle birlikte hızla dijitalleştiği günümüzde, kapitalist mülkiyetin saf bölgeselliğini, deyim yerindeyse topraktaki yerli-yurtluluğunu, zenginlik arzusuyla dolu bir 16. yüzyıl İspanyol kâşifi kadar doğrudan göremeyebiliriz. Oysa bir coğrafi bölgenin mülkiyet hakkını kimin, daha doğrusu hangi ırkın ya da kavmin talep edebileceği, toprağı işlemeye kimin daha uygun olduğu gibi sermaye-toprak eksenindeki sorular, ekonomik ve siyasi tam bağımsızlığını elde edememiş eski sömürge uluslarında ve Filistin’de güncelliğini korumaktadır.

Bu yazıda tartışacağımız mevzu, İsrail’in yerleşimci sömürgeciliğine dair kimi zaman fark edilmeyen, ancak akıllardaki bazı soru işaretlerini gidermek açısından oldukça önemli bir gerçeğe parmak basıyor. Sözü uzatmadan konuya girelim: Başta Amerika ve Batı Avrupa olmak üzere, Filistin halkının yaşadığı bölgelere yönelik Siyonist işgallere verilen ‘canıgönülden’ destek, Siyonizmin, yani Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı amaçlayan ideolojinin, Batı sömürgeciliğindeki kökleri ele alınmadan doğru anlaşılamaz.

Diğer yandan, özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda Aydınlanmacı-liberal düşünürlerin geliştirdiği mülkiyet teorileri, Batı’nın kendi sömürgeci arzusunu gerçekleştirme çabalarından bağımsız düşünülmemelidir. O hâlde sömürgecilik–özel mülkiyet–Siyonizm üçlüsünün nedensel ilişkileriyle açıklanması, bugün 55.000’i aşan can kaybıyla Gazze’de yaşanan soykırımın ardında yatan ve İsrail’in tıpkı Batılı müttefiklerinden örnek aldığı şekilde sergilediği akıllara durgunluk veren kötülüğün, yani sömürgeci zihniyetin deşifre edilmesi açısından kaçınılmazdır.

  1. Aydınlanma ve Irksal Mülkiyet Rejimleri

Toprak kime aittir? Bir arazinin mülkiyet hakkı nasıl kazanılır, nasıl yitirilir? İlk olana, yani nesiller boyu o coğrafyada kök salmış olana, toprağın mülkiyetine ilişkin yetkiyi kim verir? Elbette bu soruları sormaktaki amacımız, dünyanın dört bir tarafındaki yerli halkların özgürce varoluş mücadelelerine gölge düşürmek değil. Ancak bu soruları sormak, Keşifler Çağı’ndan bugüne (yerleşimci) kolonyalizmin filizlendiği felsefi ve hukuki bağlamı ortaya koymamıza yardımcı olacaktır. Çünkü bu bağlamın kalbinde, tek tek kara parçalarının ve nihayetinde yeryüzünün mutlak hakimiyetinin, ‘insanlığın’ mükemmele doğru daima ilerleyişi uğruna yalnızca en akılcı, en rasyonel ve her açıdan en gelişmiş medeniyetlere ait olması gerektiğine dair güçlü ve bir o kadar da sorunlu bir inanç yatar.

Sömürgecilik, birinin yabancı olduğu topraklar üzerinde kimi zaman dinî, kimi zaman ekonomik, ama daima iktidara değinen motivasyonlarla egemenlik ve yargı yetkisi iddia etmesiyle başlar. Sömürgecinin çoğu zaman savaş, katliam ve soykırım yoluyla ele geçirdiği yerlerdeki yönetimini meşru kılma sağlama çabası ise yerleşimci-sömürgeci projelerin odağında yer alır.

Liberal teori çerçevesinde ‘mülkiyet hakkı’ kavramını geliştirmiş bazı filozofların, Aydınlanma düşüncesi ve onu izleyen modernite söylemine içkin olarak, sömürgeciliğe gösterdiği olumlu tutum dikkat çekicidir. ‘Liberalizmin babası’ olarak anılan ünlü Aydınlanma çağı filozofu John Locke’un, 1689 tarihli Yönetim Üzerine İkinci İnceleme adlı eseri, bu karmaşık ilişkinin aslında en açık örneklerinden birini sunar. Locke, mülkiyetin doğal bir hak olduğunu ve toprağın mülkiyetinin ise onu etkili bir şekilde işleyebilme kabiliyetinden türediğini öne sürüyordu. Fakat o, toprağa emeğini katabilme seviyesi üzerinden mülkiyet hakkını temellendirdiği bu görüşünü, Avrupalıların istila ettikleri yerleri zor yoluyla kamulaştırıp ardından kendi ellerinde yeniden mülke dönüştürmelerinin yasaya ve ahlaka uygunluğunu tartışan fikirler çevresinde geliştirmiştir. Başka bir deyişle Avrupa medeniyetinin gelişmiş tekniklerine ve rasyonel kriterlerine göre tarım yapmayan, toprağı bu ölçütlere göre işlemeyen ve ‘keyfi’ davranan yerlilerin varlığı verimsiz olarak değerlendirilir; dolayısıyla bu mantığa göre ‘ilkel’ topluluklar, gerekirse zor yoluyla yüzyıllardır yaşadıkları yerler üzerindeki haklarından mahrum bırakılabilir. Beyaz yerleşimciler ise, keşfettikleri ve terra nullius ilan ettikleri toprakları daha verimli, daha kârlı ve daha ‘anlamlı’ şekilde kullandıkları iddiasıyla bu bölgeler üzerindeki söz hakkını kendilerinde görürler.

Modern hukukun kolonyal temellerine odaklanan çalışmalarıyla tanınan Brenna Bhandar, Batı’daki özel mülkiyet anlayışı ile mülkiyete ilişkin yasal düzenlemelerin, ırk ve ırksal farklılıkların modern kavramsallaştırmalarıyla nasıl yapısal olarak eklemlendiğini ‘mülkiyetin ırksal rejimleri’ (racial regimes of ownership) kavramıyla inceliyor. Buna göre ırksallaştırılmış bir mülkiyet rejiminin tarihsel gelişiminin analizi bize, mülkiyetin yalnızca ekonomik ya da hukuki bir kategori değil, aynı zamanda ırksal hiyerarşilerin üretiminde ve sürdürülmesinde önemli bir rol oynayan ideolojik bir aygıt olduğunu gösterir. Bu ırksal hiyerarşi, nihayetinde ‘özel mülkiyet’ aracılığıyla yalnızca yerli halkın topraklarını değil, emeklerini de gasp etmeyi; onları köleleştirerek yoksulluğa ve ötekiliğe mahkûm etmeyi amaçlar.

Örneğin ‘vahşi’ (savage) figürü, Coğrafi keşifler döneminden başlayarak Aydınlanma Çağı boyunca, özel mülkiyeti ve Batılı mülkiyet rejimlerinin yerleşimci kolonilerde uygulanmasını meşrulaştırmak amacıyla defalarca kolonyal söylem içerisinde yeniden üretilmiştir. Buna göre ‘vahşi’, insan ile hayvan arasında konumlanan; ancak evrimsel gelişimin belirli bir aşamasında takılıp kalarak ‘insanlaşamamış’, canavarımsı (beast) bir varlık formudur. Bu sebeple ‘vahşi’ yerlinin toprağına sistematik bir biçimde el konulabilir; hatta bu, sömürgeci için ‘medeniyet’ ve ‘insanlık’ adına zorunlu bir yasal müdahale olarak görülür. Yerlinin avlanma biçimi düzensizdir ve yalnızca zaman zaman başvurduğu bir ‘avcı-toplayıcı’ alışkanlığıdır. Pirinç, mısır ve diğer tarım ürünlerini yetiştirme konusundaki geleneksel yaklaşımı ise rasyonel tekniklerden yoksun, primitif olarak kabul edilir. Yerlinin toprakla kurduğu bu ‘rastlantısal’ ve gayri sistematik ilişki, Batılı sosyo-ekonomik gelişim modellerine kıyasla geri kalmışlığın göstergesi olarak değerlendirilmiştir. Benzer şekilde 19. yüzyıl Amerikan edebiyatında Kızılderililer, beyaz yerleşimciler arasında korku ya da tiksinti uyandırmak amacıyla sıklıkla şeytanlaştırılmış veya canavarlaştırılmıştır. Keza ‘vahşi Kızılderili’ figürü, beyaz yerleşimcilerin yaşamlarını ve geçim kaynaklarını sürdürebilmelerinin tek çözümü olarak yerli halkın tehcir edilmesini ya da etnik temizliğini savunan sömürgeci söylemin dayanaklarından biriydi. Kısacası, ‘vahşi’ figürünün de işaret ettiği üzere, Batı’da mülkiyet yasaları ile ırksal farklılıklar ve bu farklılıklara ilişkin ırkçı söylemler birbirine bağlı olarak gelişmiş; mülkiyet hukuku, sömürgeci sermaye birikiminin esas mekanizmalarından biri haline gelmiştir.

Diğer taraftan, yerli halklara atfedilen ‘vahşi’ ve ‘hayvani’ davranış kalıpları, onların mülkiyete ‘saygı gösterme’ kapasitesinden yoksun oldukları varsayımıyla doğrudan ilişkilidir; bu da onları, sömürgeci düzen içerisinde Avrupalı yerleşimcilerin refahı ve güvenliği açısından tehlike olarak konumlandırmıştır. Ancak sömürgecinin diline, normlarına ve kültürüne yeterince asimile olan yerlilerin bazı koşullar altında taşınmaz mülk sahibi olabileceği kabul edilse dahi, hiçbir zaman yerleşimcilerin istila ettiği bölgeler üzerinde tekrar egemenlik kurmalarına veya kültürel ve siyasi tam bağımsızlıklarını kazanmalarına izin verilmeyecektir.

Sonuç olarak, kapitalist üretim ve tüketim biçimleriyle bütünleşmiş kolonyalizm, yerlilerin topraklarının ve emeklerinin sistematik bir şekilde sömürülmesini mümkün kılacak, ırksal tahakküme dayalı, yasal bir zemine ihtiyaç duymuştur. Zira, eğer toprağın işgali ve ilhakı yerleşimci sömürgeci gücün öncelikli amacıysa, bu amacın gerçekleştirilmesindeki en etkili araç, bizzat sömürgecinin icat ettiği ve tek taraflı onadığı mülkiyet hukukudur.

  1. Batılı Sömürgecilik, Siyonizm ve Filistin

Yaygın kanının aksine, İsrail Nazi tehdidine ve Holokost’a doğrudan bir tepki olarak doğmadı. İngiliz İmparatorluğu, yaklaşık otuz yıl önce, Balfour Deklarasyonu (1917) aracılığıyla Filistin’de yerleşimci-sömürgeci bir rejimin kurulmasına çoktan yeşil ışık yakmıştı. Balfour Deklarasyonu’nun, İngiliz ve Fransız imparatorluklarının Osmanlı topraklarını paylaşarak Orta Doğu’da kendi manda ve sömürge yönetimlerini tesis ettikleri 1916 tarihli Sykes-Picot Antlaşması’nın hemen ardından gelmiş olması ise kesinlikle bir tesadüf değildir. Çünkü Siyonizm, bir siyasi hareket olarak, 19. ve 20. yüzyıl Avrupa’sındaki kolonyal projelerden ilhamla şekillenmiştir. Siyonist hareketin kurucularından Theodor Herzl, Afrika’nın soykırımcı sömürgecisi Cecil Rhodes’a yazdığı bir mektupta, Filistin’in kolonileştirilmesi konusunda destek talep ediyor ve Siyonizmin sömürgeci niteliğini açıkça ve ‘gururla’ ifade ediyordu.

Yahudi milliyetçiliğine dayanan Siyonizm, en başından Batı emperyalizmine ve sömürgeciliğine bağımlı bir hareket olarak ortaya çıkmıştı. Zira bu hareketin ilk temsilcileri, ‘çölün ortasında’ bir Yahudi devleti kurma hedeflerine ancak Avrupalı emperyal güçlerin desteğiyle ulaşabileceklerinin farkındaydılar. Siyonistlerin, Filistin’de hak iddia edip sömürge projelerini hayata geçirebilmek için muazzam bir siyasi ve askeri güce ihtiyaçları vardı. Bu güce ulaşmanın yolu ise elbette önce İngiliz emperyalizmiyle, daha sonra ise onun Kuzey Amerika’daki halefiyle ittifak kurmaktı. Böylece Siyonistler, kendi çıkarlarına karşılık Batı’nın bölgedeki jeopolitik çıkarlarının stratejik bir uzantısı olmayı da kabul ettiler. Nitekim Herzl’e göre Yahudi devleti, “Asya’ya karşı Avrupa savunma duvarlarının bir parçası, barbarlığa karşı medeniyetin ileri karakolu” olacaktı.

Benzer bir sömürgeci söylemi, Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından hakkında soykırım suçlamasıyla yakalama kararı verilmiş, İsrail’in en uzun süre görev yapan başbakanı Benjamin Netanyahu da sıkça kullanmaktadır. Netanyahu, Temmuz 2024’te ABD Kongresi’nde yaptığı bir konuşmada, ‘‘Biz sizi koruyoruz. Bu bir medeniyetler çatışması değil, barbarlık ve uygarlık arasındaki bir çatışmadır’’ demişti. Ayrıca bazı üst düzey İsrailli yetkililer, ‘‘hayvani’’ yakıştırmasıyla aşağıladıkları Filistinlilere yönelik “etkili bir çözüm” bulunması gerektiğini belirtmiş ve bu doğrultuda defalarca soykırım çağrısında bulunmuşlardır. İsrail’in aşırı sağcı Maliye Bakanı Bezazel Smotrich, Gazze’de yaşayan 2 milyon Filistinli sivili açlıktan öldürmenin “haklı ve ahlaki” olduğunu savunmuştur. Fakat insanda dehşet ve öfke uyandıran bu şeytani ifadelerin her biri, aslında yüzyıllardır Batı’da süregelen kolonyal zihniyetin günümüzdeki izdüşümüdür.

Öte yandan, 20. yüzyılda biyolojik ırkçılıkla harmanlanarak Holokost’ta doruk noktasına ulaşan antisemitizmin, Avrupa’da örgütlenen Siyonist hareket açısından belirleyici bir rol oynadığını inkâr edemeyiz. Lakin burada dikkatle ayrımını yapmamız gereken nokta şudur: Siyonizm, kendisini zalimce adaletsizliklere maruz kalan Yahudi topluluklarının kurtarıcısı olarak konumlandırsa da bu anlatı, hiçbir şekilde Yahudilerin yaşadığı acıların, başka bir masum halkın şiddet yoluyla yerlerinden edilmesi ve yapısal ırkçılığa, hatta soykırıma maruz bırakılması pahasına ‘dindirilmesini’ haklı çıkaramaz.

Siyonizmin, İsrailli aşırı sağ hükümetin resmî ideolojisi haline gelen tarih dışı (ahistorical) ve mitolojik anlatısı, uluslararası hukukta herhangi bir dinî cemaate mensup olmanın belirli bir toprak parçası üzerinde mülkiyet hakkı doğurmamasına rağmen, Yahudilerin Filistin toprakları üzerindeki hakkının ilahi bir güç tarafından kendilerine bahşedildiğine inanmalarına neden olmuştur. Bu fanatik ve ‘ötekini gözünü kırpmadan katledebilen’ inanç, beraberinde tekelci ve dışlayıcı bir ulusçuluk anlayışına, adeta ‘şizofrenik’ denilebilecek bir bağlılık geliştirmelerine zemin hazırlamıştır. Yahudilerin etnik ve milliyetçi bir topluluk olarak ideolojik inşasını korumak için ‘seçilmiş halk’ ve ‘vaat edilmiş topraklar’ gibi tabirler İsrail siyasetinde halen yaygın olarak kullanılmaktadır. Bununla beraber sağcı ve mesihçi söylemlerin İsrail hükümetinde ve toplumun genelinde hegemonik hale gelmesiyle birlikle, Yahudi ulusunun sözde benzersizliğini ve üstünlüğünü Filistinli yerli nüfus üzerinde faşizan bir şekilde dayatma eğilimi güç kazanmıştır.

Siyonist propaganda, Avrupa Yahudilerini Filistin’e göç etmeye teşvik edebilmek amacıyla, Filistin’de herhangi bir ulus-devletin bulunmadığını ve dolayısıyla bu coğrafyaya kendilerinden önce kimsenin gerçek anlamda sahip olmadığını ileri sürüyordu. Böylece, ‘toprağı olmayan bir halk için halkı olmayan bir toprak’ yanılgısıyla yerleşimci-sömürgeci anlatı pekiştirilmeye çalışıldı ve Yahudi ‘özgürleşmesinin’, Filistin topraklarının ilhakı ve İsrail devletinin inşası çevresinde tekelleştiği söylemsel bir alan icat edildi. Ne de olsa Filistin, Siyonist hareketin gözünde, yalnızca bazı dini azınlıkların ya da toprak üzerinde hak iddia etmeyen göçebe kabilelerin yaşadığı bir terra nullius, yani hukuken sahipsiz bir bölgeydi. Yahudiler ise bin yıldır o ‘ıssız’ topraklara gelip ‘çölde çiçekler açtıracakları’ günü beklemişlerdi.

Filistin’in esasen Yahudi ulusuna ait olduğuna dair inanç, eski Yahudiler (M.Ö. 1050-M.Ö. 930) ile modern İsrailliler arasındaki tarihsel süreklilikten yoksun, tutarsız ve tarih dışı bağlantılara dayandırılmaktadır. Oysa bugünün Filistinlileri Akdeniz ile Ürdün Nehri arasındaki kara parçasında yüzyıllar boyunca yaşamış olan ve yaşamaya devam eden, bütün kanıtlarıyla bu coğrafyanın yerli insanıdır. ‘Toprağın halkı’ (people of the land) kavramı, bir bölgede bir toplumun süregelen varlığını ve köklü yerleşikliğini ifade eder. Arap-Filistin toplumu da kendine özgün, dinamik ve toprağına sıkı sıkıya bağlı bir kültürel, ekonomik ve sosyal yapıya sahiptir. İşte bu gerçeğin kör bir bağnazlıkla reddedildiği ve yerleşimci-sömürgeciliğin apartheid rejimine benzer biçimde kurumsallaştırıldığı İsrail’de, Filistin halkını en temel insani haklarından ve topraklarından mahrum bırakan mülksüzleştirme siyasetiyle geniş çaplı bir yüzleşme, Siyonist hareketin radikal kötülüğünün perde arkasına da ışık tutmaktadır.

Sonuç: Ne Özel Mülkiyeti Ne Sömürgeciliği Ne De Siyonizmi Savunacağız

İsrail’in Gazze’de, ABD hükümeti ile bazı Avrupa ülkelerinin de desteğiyle, tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleştirdiği katliamın yayınlanan görüntülerini izlemek; derin bir dehşet, öfke ve çaresizlik duygusu uyandırıyor. Bu nedenle anbean tanıklık ettiğimiz bu insanlık suçuna yönelik isyanımızı çoğu zaman soğukkanlı, rasyonel bir eleştiri biçiminde dile getiremiyoruz. Oysa soykırıma karşı etkili bir mücadele yürütebilmek, önce Siyonist rejimin Batı sömürgeciliğiyle olan tarihsel bağlarının bilincinde olmayı gerektirir.

Filistin’in Siyonist kolonizasyonuna dair yürütülecek her tartışma, 19. yüzyıl Avrupa’sının düşünsel hatlarını oluşturan üçlü dinamiği dikkate almalıdır: Irk temelli milliyetçilik, ‘Aydınlanmacı’ sömürgecilik ve özel mülkiyetin dokunulmazlığının bir hukuk normu olarak gelişimi. Filistin’de, Kuzey Amerika’da, Güney Afrika’da ve daha birçok örnekte olduğu gibi, sömürgeci devletler soykırımı, zorunlu tehciri ve yerli halkların köleleştirilmesini, kendi özel mülkiyet rejimlerine, Aydınlanma düşüncesinden türeyen ‘vahşi’ imgesine ve sahip oldukları baskın askeri-siyasal güce dayandırmıştır. İsrail devletinin kuruluşunu, toplumunun ve ekonomisinin yapısını da benzer şekilde yalnızca 19. yüzyıl milliyetçiliğinin melez bir formu olarak değil, aynı zamanda emperyalizm tarafından içtenlikle desteklenen daha büyük ölçekli bir yerleşimci-sömürgeci hareketin ürünü olarak değerlendirmeliyiz.

İsrail’in tahakkümü hangi biçimde olursa olsun, Filistin halkının sarsılmaz direnci, topraklarından vazgeçmeyişi ve kolektif hafızasında taşıdığı mücadele azmi, Siyonizme karşı güçlü bir direnişin kaynağını oluşturmaya devam edecektir. Siyonist sömürgecinin zulmüne, adaletsizliğine ve katıksız kötülüğüne rağmen milyonlarca Filistinli, işgal altındaki topraklarını terk etmeyerek varoluş mücadelelerinden asla vazgeçmeyecek.

Bizler, tüm bu emperyalist zorbalıklara rağmen Filistin halkının yanında durmaya devam edecek ve ne Siyonizme ne sömürgeciliğe ne de ırksal mülkiyet rejimlerine boyun eğeceğiz. Gazze’deki soykırımı açığa vurmayı sürdürecek, Filistin halkının neredeyse bir asırdır süregelen acısını görünür kılarak bu tarihsel adaletsizliğe dur demenin yollarını arayacağız.

Ve bizler, çocukların sevinç çığlıklarının silah seslerinin yerini aldığı bir barışı, yani nehirden denize özgür bir Filistin’i savunmaktan asla pes etmeyeceğiz.

-Bhandar, Brenna. “Property, Race, Colonialism, and Capitalism.” Jacobin, July 2023. https://jacobin.com/2023/07/brenna-bhandar-colonial-lives-of-property-interview-race-capitalism-settler-colonialism. 
-Bhandar, Brenna. Colonial Lives of Property: Law, Land, and Racial Regimes of Ownership. Durham and London: Duke University Press, 2018.
-Dana, Tariq, and Ali Jarbawi. “A Century of Settler Colonialism in Palestine.” The Brown Journal of World Affairs 24, no. 1 (Fall/Winter 2017): 197–220. https://www.jstor.org/stable/10.2307/27119089.
-Jones, Henry. "Property, Territory, and Colonialism: A Legal History of Enclosure." Legal Studies 39, no. 2 (June 2019): 187–203. https://doi.org/10.1017/lst.2018.22.-Locke, John. Two Treatises of Government. 1690.
-Möllers, Anne. “The Figure of the ‘Savage’ and Landed Property in Colonial Contexts.” SFB 294 Structural Change of Property Blog. Accessed May 25, 2025. https://sfb294-eigentum.de/en/blog/the-figure-of-the-savage-and-landed-property-in-colonial-contexts/.
-Norton, Ben. “Israel’s Roots in European Colonialism Explain Its Genocidal Ideology.” Geopolitical Economy Report, October 15, 2024. https://geopoliticaleconomy.com/2024/10/15/israel-western-colonialism-genocide-ideology/.
-Orijinal metni için bkz. John Locke, Two Treatises of Government (London: Everyman, 1993). Türkçeye Yönetim Üzerine Birinci İnceleme ve Yönetim Üzerine İkinci İnceleme olarak iki cilt hâlinde çevrilmiştir.
-Roma hukukunda ‘kimseye ait olmayan şey’ anlamına gelen res nullius teriminden türeyen terra nullius kavramı, günümüz uluslararası hukuk literatüründe ‘kimseye ait olmayan toprak’ anlamında kullanılmaktadır. Bu kavram özellikle 20. yüzyılın sonlarından itibaren Avustralya’nın sömürgeleştirilmesi bağlamında sıkça gündeme gelmiş; hukuki terminolojide ise ‘üzerinde daha önce herhangi bir devletin egemenlik iddiasında bulunmadığı ya da fiilen egemenlik kurmadığı toprak parçası’ olarak yerleşmiştir. Kaynak: Rule of Law Education Centre. “Terra Nullius.” Rule of Law Institute of Australia. https://www.ruleoflaw.org.au/education/australian-colonies/terra-nullius/.
-Bkz. Brenna Bhandar, Colonial Lives of Property: Law, Land, and Racial Regimes of Ownership (Durham and London: Duke University Press, 2018).