Yeni açılım süreciyle birlikte Türkiye’de toplumsal kimlikler üzerine yoğun bir tartışma yaşanıyor. Bu sürecin olumlu yönlerinden biri, toplumda büyük bir hassasiyetle yaklaşılan ve çoğu zaman tabu olarak görülen bir konunun daha açık biçimde tartışılmasına olanak sağlamasıdır. Ancak buna rağmen, konuya eşlik eden güçlü duygusal refleksler, tartışmaların rasyonel ve bilimsel bir zeminde yürütülmesini çoğu zaman zorlaştırıyor. Ulus kavramı ele alınırken, onu tarihsel bağlamında anlamak yerine bir yargılama nesnesi haline getirme eğilimi öne çıkıyor.
Bu yazıda, Alan platformunda Bartu Bölükbaşı ve Zeki Avci arasında geçen ve “Türk mü, Türkiyeli mi?” başlığıyla yayımlanan, geniş yankı uyandırmış bir video tartışmasını ele alacağım. Her ne kadar bu yazı bir polemik niteliği taşısa da, konuyu olabildiğince nesnel bir zeminde ele almaya ve bilimsel yaklaşımı ön planda tutmaya özen göstereceğim. Sorgulayıcı bir tutum ve tarihsel gerçeklik temelinde ilerlemeye çalışacağım. Elbette bu yaklaşımım, metodolojik bir tercihimin olmadığı anlamına gelmez. Yazının genel çerçevesi tarihsel maddeci bir bakış açısıyla şekillenecek.
Yazının ana odağında Bölükbaşı’nın dile getirdiği görüşler yer alacak. Onun savunduğu fikirleri eleştirel bir süzgeçten geçirerek değerlendirmeyi amaçlıyorum. Bu değerlendirme sırasında, defalarca dinlememe rağmen anlamlandırmakta zorlandığım ya da analitik açıdan temellendirilemediğim ifadeleri tartışma dışında bırakacağım. Bunun yerine daha tutarlı, tartışmaya açık ve toplumsal analize uygun argümanlar üzerinde yoğunlaşacağım. Bu konuları kendi eleştirel perspektifimle değerlendirerek, alternatif yorum ve açılımlar sunmayı hedefleyeceğim.
Bu yazıda, “ulus” ile “millet” ve “ulusçuluk” ile “milliyetçilik” kavramları; aralarındaki tarihsel ve kuramsal nüanslar göz ardı edilerek, okurda oluşabilecek kavram karmaşasını önlemek ve anlatım tutarlılığını sağlamak amacıyla eş anlamlı olarak kullanılacaktır.
Bölükbaşı’nın Tezleri
Bölükbaşı’nın konuşması, günümüz Türkiye’sindeki kimlik siyasetlerini tarihsel, ideolojik ve sosyolojik eksenlerde okumaya çalışan, iddialı ve oldukça katmanlı bir anlatı sunuyor. Bu anlatı, özellikle AKP dönemiyle birlikte ivme kazanan siyasal ve kültürel dönüşüm sürecini neoliberalizm, ümmetçilik, anti-Kemalizm, etnik milliyetçilik ve ulus-devlet krizi gibi temalarla açıklama gayreti içinde. Bölükbaşı’na göre Türkiye’deki mevcut kimlik krizi, sadece AKP’nin ideolojik tercihleriyle değil, aynı zamanda liberallerin ve Kürt hareketinin ortaklaşa şekillendirdiği daha geniş bir hegemonya projesinin sonucu.
Bölükbaşı’na göre AKP’nin kuruluşu, global neoliberal saldırının Türkiye ayağı olarak değerlendirilmelidir. Bu bağlamda AKP, sadece İslamcı bir parti değil, aynı zamanda burjuva devrimlerinin kazanımlarını tasfiye eden anti-Kemalist bir projenin yürütücüsüdür. Tarikatlar ve Kürt siyasi hareketi, bu sürecin bilinçli ya da bilinçsiz taşıyıcıları olarak resmedilmektedir.
Bölükbaşı’nın en dikkat çeken çıkışlarından biri, “Türkiyelilik” kavramına yönelttiği eleştiridir. Ona göre bu kavram, Türk ulus kimliğini eritmeye yönelik liberal bir mühendislik ürünüdür. Kürt hareketinin de bu kimlik çözülmesinde ideolojik bir rol oynadığı savunulur. AKP’nin “ümmetçi” ve Kürt hareketinin “etnik konfederasyon” modelleri, Bölükbaşı’na göre Türklüğü tasfiye eden paralel projelerdir.
Özellikle Atatürk’ün kurmayı amaçladığı Fransız tipi ulus-devlet modeli sıkça referans alınır ve bu modelin, bugünkü politikalarla çarpıtıldığı ve ulus kavramının ırkçılıkla özdeşleştirildiği iddia edilir. Hem eğitim sisteminde hem de anayasal düzeyde Türklüğün bastırıldığı görüşü, bu anlatının merkezindedir.
Bölükbaşı kimlik politikalarına da çifte bir eleştiri sunar ve hem etnik Türkçülüğe hem de etnik Kürtçülüğe karşı mesafelidir. Çözüm olarak önerdiği model ise Anadoluculuktur. Bu model, Türk kimliğini baskın alt kimlik olarak değil, tarihsel bir coğrafi mirasa dayanan kapsayıcı bir üst kimlik olarak tasarlar. Hem Türkçülüğün hem ümmetçiliğin dışında bir yol çizmeye çalışır. Dahası, bu üst kimliğin sosyalist bir mücadeleyle şekillendirilmesi gerektiğini savunur.
Sonuç olarak Bölükbaşı, Türkiye’deki siyasal-kültürel krizlerin temelini devletin dönüşümünde, neoliberal entegre projelerde ve üst kimlik tercihlerindeki kırılmalarda arar. Ulus kimliği krizinin çözümü içinse; Anadolucu, laik, sosyalist ve çoğulcu bir yeniden inşa önerir. Ona göre, bu hat dışında kalan her şey (ister ümmetçi ister etnik temelli olsun) Türklüğün, dolayısıyla da cumhuriyetin tasfiyesine hizmet etmektedir.
Neoliberalizm Gerçekten Ulus-Devleti Tasfiye Eder mi?
Bölükbaşı’nın kimlik tartışmalarındaki en çarpıcı ve tartışmalı iddialarından biri, neoliberalizmin Türkiye’de ulus kimliğini tasfiye etmeyi hedefleyen bir saldırı biçimi olduğudur. Bu çerçevede, “zenginler daha zengin olmak için Türklüğü tasfiye etmek istediler ve ettiler” ifadesi, hem süreci açıklayan hem de ona amaç atfeden bir tez olarak öne çıkıyor. Bu iddia, AKP’yi yalnızca bir siyasal İslam hareketi olarak değil, aynı zamanda ulus-devletin çözülmesine hizmet eden küresel bir neoliberal planın taşıyıcısı olarak konumlandırır.
Ancak bu yaklaşım hem tarihsel olarak indirgemeci hem de teorik olarak sorunludur. Öncelikle, neoliberalizm serbest piyasa, deregülasyon, özelleştirme ve devletin küçülmesini temel alan bir ideoloji ve ekonomik yönetişim biçimidir. Bu model birçok ülkede devlet kapasitesini dönüştürmüştür. Ancak, neoliberalizm ile ulus kimliğinin tasfiyesi arasında doğrudan bir teorik ya da tarihsel nedensellik kurmak mümkün değildir. Hatta neoliberalizmin uygulandığı birçok ülkede devlet milliyetçi retorikleri daha güçlü biçimde seferber etmiştir. Bu anlamda neoliberalizm ile milliyetçilik çelişen değil, çoğu zaman birbirini destekleyen iki ideolojik aygıt olarak işlev görür.
Türkiye özelinde ise durum daha karmaşıktır. AKP’nin iktidarı döneminde izlenen ekonomi politikaları elbette neoliberalizmin temel ilkeleriyle uyumludur. Ancak bu süreci Türklük karşıtı bir planın parçası olarak okumak, komplo niteliğinde bir yorum olacaktır. Çünkü, devletin kimlik politikaları ile ekonomik stratejileri aynı eksende ilerlemez. Türkiye’de Türklüğün kamu alanından silindiği ve eğitimde sistematik olarak sansürlendiği gibi iddialar hem somut verilerle desteklenmemekte hem de Türklüğü merkeze alan milliyetçi gelenekleri önemsizleştirmektedir.
Dahası, Bölükbaşı’nın çizdiği tabloya göre Türk burjuvazisi, yeni pazar alanlarına açılmak için ulus kimliğini tasfiye etmeyi tercih etmiş ve İslamcılığı bu projede bir taşıyıcı olarak kullanmıştır. Oysa sermayenin yayılma isteği (etnik ya da dinsel) siyasal kimlik değişimini gerekli ya da zorunlu kılmaz.
Sonuç olarak, neoliberalizm, devletin sosyal rolünü değiştirir ve kamusal alanı daraltabilir. Ancak ne dünyada ne de Türkiye’de neoliberalizm ile ulus kimliğinin tasfiyesi arasında anlamlı bir ilişki kurulabilir. Türkiye örneğinde ulus kimliği, hem siyasi iktidarın İslamcı yönelimi hem de muhalif etnik taleplerle şekillenmektedir. Türkiye’deki konjonktürel olarak gerçekleşen bu karmaşık tabloyu neoliberalizme bağlamak, teorik olarak zayıf ve tarihsel olarak yanlı bir okuma olur.
Türkiyelilik Ümmetçilik ile Özdeşleştirilebilir mi?
Bölükbaşı’nın tartışmalarında öne çıkan ve sıkça tekrar edilen temalardan biri de “Türkiyelilik” kavramının, Türk kimliğini silmeye yönelik ümmetçi bir proje olduğu yönündeki iddiasıdır. Bölükbaşı’nın bakış açısı, Türkiyelilik kavramını ısrarla kötü niyetli bir araç gibi okuyor. Ancak bu iddia hem kavramsal olarak indirgemecidir hem de ciddi tutarsızlıklar barındırmaktadır. Bölükbaşı’nın bu kavrama yüklediği anlam, kavramın tarihsel bağlamından ve çoğulcu kullanım potansiyelinden büyük ölçüde sapmaktadır.
İlk olarak vurgulamak gerekir ki Türkiyelilik bir ideolojik blok değil, siyasal kimliklere göre farklı anlamlar kazanabilen bir şemsiye terimdir. Liberal demokrasiyi savunanlar için etnik köken ayrımı yapmaksızın vatandaşlığı temel alan bir kavramsallaşma biçimidir. Sol-sosyalist çevrelerde ise çok kültürlülüğe ve sınıfsal ortaklığa vurgu yapan bir içerik taşır. Kürt hareketi tarafından da etnik kimliğin anayasal tanınması ile bir arada var olabilmenin zemini olarak sunulmuştur.
Bölükbaşı’nın iddiası ise tüm potansiyel anlamları tek kalıba döküyor. Ona göre Türkiyelilik, Türklüğün tasfiyesi için üretilmiş, Arap-İslam kimliğinin önünü açan ideolojik bir tuzaktır. Hatta daha da ileri giderek, Türkiyelilik kavramını bir “ümmetçi federasyon” vizyonunun taşıyıcısı olarak konumlandırıyor.
Oysa Türkiyelilik, nasıl kurgulanırsa ona dönüşen bir kavramdır. Eğer Türkiyelilik, etnik ya da ulusal kimliklerin karşılıklı saygıya dayalı, laik ve demokratik bir yurttaşlık projesi olarak inşa edilirse, bu model ne Türklüğü siler ne de İslamcı bir düzene kapı aralar. Tersine, böylesi bir Türkiyelilik, hem Kürt sorununun çözümünde barışçıl bir çerçeve sunabilir hem de cumhuriyetin anayasal vatandaşlık temelini güçlendirebilir.
Dahası, ümmetçilikle Türkiyelilik arasında kurulan bu yapay bağ, gerçek ümmetçi siyasetlerin doğasını da yanlış anlamaya neden olur. AKP’nin “ümmetçi vizyonu”, Türkiyelilik gibi laik vatandaşlık temelli bir kavrama dayanmaz. Aksine, ümmetçilik millet üstü ve din merkezli bir siyasi birlik önerir. Türkiyelilik ise en azından teorik olarak din dışı bir yurttaşlık zemini vaat eder.
Sonuç olarak, Bölükbaşı’nın bu kavramı ümmetçilikle eşitlemesi, hem gerçeğe aykırı hem de ideolojik olarak yanlıdır. Bu yaklaşım, kimlik siyasetini demokratikleştirmek isteyen girişimleri, “ulusu bölmek” ithamıyla önemsizleştirir. Oysa Türkiyelilik, tıpkı “Amerikalılık” gibi, doğru tanımlanırsa hem çoğulcu hem de birleştirici olabilir.
Anadoluculuk Önerisi Ne Kadar Tutarlıdır?
Bölükbaşı’nın konuşmasının sonunda bir çıkış yolu olarak sunduğu “Anadoluculuk” kavramı, ilk bakışta oldukça kapsayıcı bir çözüm önerisi gibi görünüyor. Türklüğü üst kimlik olarak değil, etnik kimliklerden biri olarak tanıyan, Kürtleri dışlamayan, İslamcılığa ve ümmetçiliğe dayanmayan, Anadolu’daki tüm kültürlerin mirasını sahiplenen bir kimlik formu öneriyor. Fakat bu öneri hem kendi iç tutarlılığı açısından hem de Bölükbaşı’nın önceki görüşleriyle karşılaştırıldığında ciddi problemler barındırıyor.
En belirgin sorun, Anadoluculuğun, Bölükbaşı’nın aynı konuşmada sahiplendiği Kemalist çizgiyle çelişmesidir. Kendisinin de ifade ettiği gibi Kemalizm, Fransız tipi ulus inşa sürecine dayanır ki bu süreç homojenleştirici, asimilasyoncu ve merkeziyetçi bir modeldir. Türk kimliği bu sürecin temelidir ve diğer kimlikler bu üst kimliğe entegre edilmiştir. Böyle bir modelde, çok etnisiteli ve çok kültürlü bir yaklaşımı temsil eden Anadoluculuğa yer yoktur. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Anadoluculuk, Türklük kavramına alternatif bir üst kimlik önerisi olarak tartışılmıştır. Dolayısıyla Bölükbaşı’nın hem Kemalizm’i hem de Anadoluculuğu aynı anda savunması hem teorik hem de tarihsel açıdan ciddi bir tutarsızlıktır.
İkinci sorun ise Anadoluculuğun, Bölükbaşı’nın şiddetle karşı çıktığı “Türkiyelilik” kavramından çok da farklı olmamasıdır. Anadoluculuk daha derin bir tarihsel bağa yaslanıyor olsa da bu bağlar soyut ve semboliktir. Pratikte Anadoluculuk da Türkiyelilik de etnik kimlikleri reddetmeyen, daha kapsayıcı bir yurttaşlık zemini kurmaya çalışır. Her ne kadar Bölükbaşı, Türkiyelilik kavramını “ümmetçiliğin makyajlanmış hali” olarak nitelendirirken, Anadoluculuğu aynı zeminde daha saf bir alternatif olarak sunsa da, ikisinin de ortak paydası Türklüğü tüm kimliklerin üzerine zorla yerleştirmemeleridir.
Sonuç olarak, Bölükbaşı’nın Anadoluculuk önerisi savunduğu Kemalist mirasla çelişirken eleştirdiği Türkiyelilik modeline çok daha yakındır.
Türk Kimliği Gerçekten Bastırılıyor mu?
Bölükbaşı’nın en çarpıcı ve aynı zamanda en tartışmalı tezlerinden biri, Türkiye’de Türk kimliğinin sistematik biçimde bastırıldığı, hatta daha da ileri giderek Türklerin artık “devletsiz bir topluluk” hâline geldiği iddiasıdır. Onun anlatımında, hem AKP’nin ümmetçi politikaları hem de Kürt hareketinin etnik temelli yönelimi, Türk kimliğini görünmez kılmış ve Türkleri neredeyse bir tür “vassal” yani siyasal iradeden yoksun, edilgen bir halka dönüştürmüştür. Bu söylem, “yetim kaldık” ve “temsiliyetimiz sıfır” gibi son derece duygusal ifadelerle güçlendirilmekte ve zaman zaman milliyetçi bir öfkeye dönüşmektedir. Bölükbaşı’nın “Türkler artık devletsiz kaldı” şeklindeki söylemi ise, eleştirel düşüncenin değil, siyasal dramatizasyonun bir ürünüdür.
Ancak bu anlatı, veriler ve kurumsal gerçekliklerle örtüşmekten uzaktır. Yaşananları açıklamak için uygun bir zemin değil, kimlik merkezli bir mağduriyet anlatısının dramatize edilmiş bir versiyonu gibi durmaktadır. Eğitimden yargıya, bayraktan ulusal bayramlara kadar birçok alanda Türk kimliği, hala kurucu ve hegemonik bir kimlik olarak varlığını sürdürmektedir. Türkiye’de devletin en güçlü ortaklarından biri, ideolojik tabanı doğrudan Türk milliyetçiliğine dayanan, MHP’dir. 15 Temmuz sonrası devlet kademelerinde yapılan yeniden yapılanmalarda da milliyetçi kadroların önemli mevkilere taşındığı bir gerçektir. Ordu, emniyet, eğitim ve medya gibi kurumsal alanlarda “Türklük” vurgusu hala güçlüdür. Üstelik son yıllarda Türkiye’deki siyasal eğilimler, en büyük toplumsal desteğin milliyetçi-muhafazakâr eksende şekillenen bloklarda toplandığını göstermektedir.
Benzer biçimde, “Kürtlerin partisi var ama Türklerin hiçbir şeyi yok” şeklindeki argüman da oldukça problemli ve yanıltıcıdır. Kürt siyasal hareketi, varlığını sürdürebilmek için yıllardır çok sert baskılarla mücadele etmektedir. Kürtleri temsil eden partiler defalarca kapatılma tehdidiyle karşı karşıya kalmış, yöneticileri tutuklanmış, belediyelere kayyımlar atanmış ve medyada görünürlükleri büyük ölçüde sınırlanmıştır. Buna karşın, Türk milliyetçiliği ne siyasal sistem ne de kamu kurumları açısından dışlanmış değildir. Tersine, devlet mekanizmasıyla iç içe geçmiş güçlü ve örgütlü bir siyasal damar halindedir. Bu nedenle Bölükbaşı’nın anlatısı, gerçekliğin ters yüz edilmesidir.
Kürt Hareketi Ümmetçi mi?
Bölükbaşı’nın en çarpıcı ama aynı zamanda en çelişkili iddialarından biri, Kürt hareketini hem milliyetçilikle hem de ümmetçilikle suçlamasıdır. Ona göre bu hareket bir yandan etnik temelli bir konfederasyon talep etmekte, diğer yandan da AKP’nin ümmetçi imparatorluk vizyonuyla örtüşen bir anlayış geliştirmektedir. İlk bakışta dikkat çekici görünen bu analiz, derinlemesine incelendiğinde ciddi kavramsal bulanıklıklar ve tarihsel bağlamda hatalar içermektedir. Kürt hareketinin kendisini nasıl tanımladığı, ne tür bir siyasal çizgi izlediği ve hangi güçlerle nasıl ilişkiler kurduğu gibi temel sorular, Bölükbaşı’nın anlatısında ya göz ardı edilmekte ya da indirgemeci şekilde yorumlanmaktadır.
Her şeyden önce Kürt hareketinin milliyetçi olduğu iddiası tarihsel ve siyasal bağlamda değerlendirilmesi gereken doğal bir olgudur. Tarihi boyunca ulusal kimliğinden arınması beklenen bir halkın, kimlik ve hak taleplerini ulusal bir çerçevede ifade etmesi, dünya genelinde birçok toplumsal hareketin ortak özelliğidir. Türkiye’deki Kürt hareketi de bu anlamda ulusalcıdır ve bu politik varoluşunun neredeyse kaçınılmaz bir parçasıdır. Üstelik Kürt hareketi etnik temelli bir ayrılıkçılığı değil; çoğulcu, çok kimlikli bir anayasal düzeni savunmaktadır. Bu yaklaşım, klasik etnik milliyetçilikten ziyade demokratik vatandaşlık anlayışıyla daha çok örtüşmektedir.
Asıl tutarsız olan ise Kürt hareketini ümmetçi bir projeyle ilişkilendirme çabasıdır. Kürt siyasal hareketi, hem programatik olarak hem de pratik siyaset düzeyinde İslamcılıkla taban tabana zıt bir çizgiye sahiptir. Laiklik, kadın özgürlüğü, seküler anayasa gibi ilkeler, hareketin temel taşları arasında yer alır. Kürt hareketinin parti belgelerinde şeriatçı ya da ümmetçi yaklaşımlara dair en ufak bir yakınlık dahi bulunmaz. Tersine doğrudan demokrasi, özyönetim ve eşit yurttaşlık gibi ilkeler etrafında şekillenmiştir. Bu da ümmetçilik değil, aksine yerelci ve çoğulcu bir modeldir. Bölükbaşı’nın bu laik, seküler ve katılımcı modele ‘ümmetçilik’ demesi, ya temel kavramların yanlış anlaşılmasından ya da özensiz bir ideolojik okumadan kaynaklanıyor olabilir.
Elbette Kürt toplumunun içinde muhafazakâr damarlar vardır. Bazı bölgelerde Kürt seçmenlerin AKP’ye oy vermesi veya dindar bir yaşam tarzı benimsemesi şaşırtıcı değildir. Fakat halkın sosyolojik eğilimleriyle siyasal hareketin ideolojik çizgisini birbirine karıştırmak önemli bir analitik hatadır. Aynı şekilde, Türk toplumunun büyük bir kısmı da muhafazakardır. Eğer bu mantıkla ilerleyeceksek, o zaman Türk halkı da “ümmetçi” olarak etiketlenmelidir. Bu, ne kadar yanıltıcı bir genelleme olursa, Kürtler için yapılan da o kadar hatalı bir genelleme olacaktır. Dolayısıyla Kürt siyasal hareketi ile Kürt toplumundaki muhafazakâr eğilimleri birbirinden ayırmak gerekir.
Bölükbaşı’nın yaptığı şey, taktiksel siyasal ilişkileri ideolojik uzlaşmalar gibi sunmaktır. AKP ile Kürt hareketi arasındaki barış süreci döneminde kurulan diyalog hattı, bir stratejik geçici müzakere sürecidir. Bu süreci bir “ümmetçi ittifak” gibi yorumlamak hem tarihsel bağlamdan kopuk hem de fazlasıyla spekülatiftir. Koalisyon siyaseti ile ideolojik yakınlık arasındaki fark, bu kadar kolay görmezden gelinemez.
Sonuç olarak, Kürt hareketine yönelik “hem milliyetçisiniz hem ümmetçisiniz” şeklindeki eleştiri, birbiriyle bağdaşmayan kavramların keyfi şekilde yan yana getirilmesinden başka bir şey değildir. Kürt hareketi ulusalcıdır, çünkü tarihsel bağlamı bunu zorunlu kılar. Ama Kürt hareketi ümmetçi değildir. Çünkü temsil ettiği siyasal çizgi, ümmetçiliğin taşıdığı hiyerarşik, din temelli ve merkeziyetçi yapıya radikal biçimde karşıttır. Bölükbaşı’nın bu karmaşık tabloyu basit karşıtlık ve ithamlar üzerinden açıklamaya çalışması ideolojik anlamda indirgemeci sonuçlar doğurmaktadır.
Ulusun Temeli Olarak Ulusal Bilinç
Son zamanlardaki tartışmalar, ulus kavramının ne denli yüzeysel anlaşıldığını ve yanlış yorumlandığını ortaya koyuyor. Bu bölümde, ulus kavramını netleştirmeyi ve Bölükbaşı’nın ileri sürdüğü görüşleri eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmayı amaçlıyorum.
Konuyla ilgili temel hipotezlerimi kısaca şöyle özetleyebilirim: İlk olarak ulus ve ona bağlı kavramlar birer üstyapı kurumu olup, ekonomik temellerden bağımsız düşünülemez. Ulus, tarihsel ve sınıfsal bir olgudur, ve insanlık tarihinde görece yenidir. Bir toplumsal olgu olarak ulus ve onun ideolojisi olan ulusalcılık kapitalizmin doğuşuyla bağlantılıdır. Statik yapısı nedeniyle çok dilli ve kültürlü toplulukları bünyesinde barındıran feodalizmin tersine, insanları ekonomik ilişkiler içine soktuğu için dinamik bir sistem olan kapitalizm işleyebilmek için aynı dili konuşan ve kültürel olarak homojen bireyler gerektirir. Ulus-devlet bu ihtiyaçtan doğmuştur. Dolayısıyla, feodal imparatorlukların çöküşüyle ulus-devlet temelli kapitalizmin yükselişi tesadüfi değildir.
İkinci olarak, ulusu var eden temel unsur dil, din, ırk, soy, ortak kan bağı ya da etnik köken değil, ulus bilincidir. Ulus bilinci yoksa ulus da yoktur. Eğer bir topluluğu oluşturan bireyler kendilerini ve birbirlerini aynı ulusa ait olarak görüyorsa, o topluluk bir ulustur. Diğer unsurlar ulusal bilinci güçlendiren katalizörler görevi görseler de, ne tek başlarına ne de topluca ulusu açıklayamazlar. Dolayısıyla ulus, nesnel değil, öznel bir inşadır. Afet İnan’ın, Atatürk’ün millet anlayışını özetlerken kullandığı “Türküm diyen herkes Türk’tür” ifadesi bu anlayışı somutlaştırır. Bu bağlamda, Türkiye’de ulus kavramı oldukça yenidir. Türklüğü binlerce yıl öncesine taşıyan söylemler, aslında Cumhuriyet’in ulus-devlet inşası sürecinde oluşturulmuş ideolojik tarih anlatılarının ürünüdür.
Üçüncü olarak, kapitalizme geçişi hedefleyen Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş döneminde ulusal bilinci ulus-devlet modeli üzerinden inşa etmeyi amaçlamıştır. Fransız Devrimi’nden esinlenen bu model, “tek ulus ve tek kimlik” hedefi doğrultusunda farklı etnik ve kültürel kimlikleri eritmeye, yani asimilasyona dayalıdır. Kurucu kadrolar, dönemin ekonomik ve siyasal ihtiyaçları çerçevesinde Türk kimliğini bir üst kimlik olarak inşa etmeye yönelmiştir.
Elbette bu hipotezler, bu kısa yazının sınırlarını aşacak ölçüde karmaşık ve tartışmaya açık konulardır. Bununla birlikte, ulus kavramına bu açıdan yaklaşmak, Bölükbaşı’nın tartışmalarında ortaya çıkan birçok kavramsal karışıklığın giderilmesi açısından önem taşımaktadır.
Bölükbaşı’nın yaklaşımında ulusal kimlik
Bölükbaşı, Cumhuriyet’in Alman ve Japon örneklerindeki gibi etnik temelli değil, Fransız tipi kapsayıcı bir ulus anlayışı üzerine kurulduğunu haklı olarak vurguluyor. Bu bağlamda, kimi “kafatasçı” ve “ırkçı” çevrelerin benimsediği ulus anlayışına da karşı çıkıyor. Etnik ve dini farklılıklardan bağımsız olarak, Kurtuluş Savaşı’na katılan halkın tüm çeşitliliğiyle Türk kimliği altında homojenleştirildiğini ileri sürüyor. Buna göre, etnik kökeni Türk olmayan kurucu unsurlar da anayasal kimlik anlayışı çerçevesinde Türk ulusunun bir parçası olarak kabul ediliyor.
Bölükbaşı, sonraki süreçte İttihatçı kadrolar ve İslamcı akımların etkisiyle bu modelin bozulduğunu ve ortaya ikircikli bir anayasal tanımın çıktığını öne sürüyor. Bu ikircikli yapı, içeride etnisiteye dayanmayan bir ulus inşa etme çabaları ile dışarıda etnik benzerlikler (örneğin “dış Türkler”) üzerinden özel bağlar kurma eğiliminin bir arada var olmasından kaynaklanıyor. Bu durum, anayasal Türklüğün teorik tutarlılığını ve siyasal işlevini zedeliyor. Eğer Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk kabul ediliyorsa, bu bağı taşımayanların Türk sayılmaması gerekir. Bu bakış açısından hareketle, Türkiye’ye beş yüzyıl önce yerleşmiş siyahi topluluklarla Türkler arasında; Özbek, Kazak, Kırgız ya da Azerbaycan’da yaşayan topluluklara kıyasla daha güçlü bir bağ bulunmalıdır. Zira aynı ulusun parçaları, doğal olarak birbirlerine karşı daha fazla sorumluluk hissetmek durumundadır.
Bölükbaşı, anayasal Türklük tanımını, Körfez ülkelerinden gelip Türkiye’de mülk edinerek vatandaşlık kazanan Araplar üzerinden de sorguluyor. Ona göre, ya bu kişiler de “Türk” olarak kabul edilecektir ya da etnik temelli bir sınıflandırmaya gidilerek “Türk değildir” denilecektir. Ancak bu durumda, Türkiye’ye yüzyıllar önce gelen siyahi toplulukların da Türk sayılmaması gerekir.
Bölükbaşı ayrıca, Güney Amerika’nın İspanyollar tarafından sömürgeleştirilen ve günümüzde İspanyolca konuşan halklarına atıfta bulunarak, bu ülkelerdeki edebiyatın “İspanyol edebiyatı” sayılması gerektiğini belirtmektedir. Ona göre, bunun farklı bir edebiyat olarak nitelenebilmesi için bu halkların kendi yerel dillerini yeniden canlandırmaları gerekir.
Bölükbaşı’nın çelişkileri
Yukarıda ileri sürdüğüm hipotezler ışığında, Bölükbaşı’nın tartışmalarındaki çelişkiler ortaya konulabilir. Öncelikle, Fransız tipi ve dolayısıyla kapsayıcı bir ulus inşasından söz ederken, bu modelin doğası gereği asimilasyoncu olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Buradaki kapsayıcılık, ırkçı yaklaşımlardan uzak olma anlamında doğru olsa da bu durum farklı kimliklerin korunacağı anlamına gelmez. Halkın bütün çeşitliliğiyle Türk kimliği altında homojenleştirilmesinden söz eden Bölükbaşı, aslında bunun asimilasyon olduğunu da kabul etmek durumundadır.
Osmanlıcılıktan kopan ve yüzünü Batı’ya dönen Cumhuriyet, ulus-devlet inşası sürecine girmiştir. Bu süreç, Fransız uluslaşma modeli ve diğer ulus-devlet yaratma girişimlerinde olduğu gibi, asimilasyoncu bir nitelik taşımıştır. Bu durum, Türk kimliğinin hem etnik hem de hukuki bir üst kimlik olarak aynı anda kullanılmasından açıkça görülmektedir. Aksi halde, tüm alt kimlikleri daha tarafsız biçimde kapsayabilecek ve o dönemde entelektüel ve siyasi çevrelerde tartışılmış olan “Anadoluculuk” gibi bir üst kimlik de tercih edilebilirdi. Bu, bir değer yargısı değil, tarihsel bir saptamadır. Çünkü ulus-devletler başka türlü inşa edilemez. Bu sadece Türkiye’ye özgü değil, pek çok modern ulus-devlet deneyiminde görülen tarihsel bir olgudur. Sıklıkla ileri sürülenin aksine, bu esasen Türk etnisitesinin hakim olduğu ve diğer kimliklerin zaman içinde yok edilmesine dayalı bir sistemdi. Nitekim birçok ulus-devlet örneğinde olduğu gibi bu proje kısmen başarılı oldu. Laz ve Çerkez toplulukları büyük ölçüde asimile edilebildi.
Bölükbaşı da, Kürt kimliğinin yüz yıl boyunca baskılandığını, hatta tarihten silinmeye çalışıldığını ve bunun Fransız tipi ulus inşasının bir parçası olduğunu kabul etmiştir. Ancak tüm çabalara rağmen Kürtlerin asimilasyonunda benzer bir başarı elde edilememiştir. Kürtler, zamanla güçlenen ulus bilinci sayesinde Türklüğü esas alan üst-ulusçuluk anlayışına katılmamış ve Türk üst kimliği onlar için kapsayıcı olmamıştır. “Türküm diyen herkes Türk’tür” formülü, aradan geçen yüzyıla rağmen kendini Türk olarak tanımlamayan kesimler için kapsayıcı bir kimlik üretmemiştir.
Türk kimliğinin hem etnik hem de hukuki bir üst kimlik olarak aynı anda tanımlanması, Türkiye’deki temel kimlik sorunlarının merkezinde yer almıştır. Bu durum, Britanyalı kimliği altında İngilizleri, İskoçları ve Gallerlileri kapsamak yerine hepsini “İngiliz” olarak değerlendirmeye benzetilebilir.
Dolayısıyla bugün karşı karşıya olunan temel soru şudur: Kürtlerin etnik kimliğini eşit biçimde kabul eden yeni bir üst kimlik mi inşa edilecektir, yoksa bu kimliği reddeden ve asimilasyon beklentisine dayanan eski politikalar mı sürdürülecektir?
Kime Türk Denebilir?
Burada, “kime Türk denilebilir?” sorusu da açıklığa kavuşmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsun ya da olmasın, kendini Türk olarak tanımlayan ve diğer Türkler tarafından da bu şekilde kabul edilen herkes Türk sayılmalıdır. Buna karşılık, kendini Türk olarak görmeyen veya toplum tarafından Türk olarak tanınmayan hiç kimse Türk kabul edilemez. Bu durum yalnızca etnisite açısından değil, ulus kavramı bakımından da geçerlidir.
Bu çerçevede, beş yüzyıl önce Anadolu’ya yerleşmiş siyahi topluluklar kendilerini Türk olarak görüyorlarsa Türk kabul edilmelidir. Benzer bir tartışma, Türkiye’den mülk edinerek vatandaşlık kazanan Araplar ya da Türkiye’yi millî takımlar düzeyinde temsil eden devşirme sporcular için de yapılabilir. Bu grupların hem kendilerini Türk olarak görmeleri hem de toplum tarafından bu şekilde kabul edilmeleri mümkün olmadığından, onlar “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” veya “Türkiyeli” olarak nitelendirilebilirler.
Aynı yaklaşım, yurtdışında farklı ülke vatandaşlıkları edinen Türkler için de geçerlidir. Bu bireyler, ulus bilincini korudukları ve kendilerini Türk hissettikleri sürece Türk kabul edilirler. Ancak sonraki kuşaklarda bu bilinç zayıfladıkça, Türklük aidiyeti de zamanla ortadan kalkabilir.
Benzer bir tartışma Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan gibi Türki halklar için de yapılabilir. “Türki” kavramı, tüm Türk dillerini konuşan toplulukları kapsayan etno-dilbilimsel bir kategori olup, tek bir ulus veya etnisiteyi ifade etmez. Bu ülkeler arasında kültürel yakınlıklar ve devlet düzeyinde karşılıklı sempati olsa da, bu durum onların bir ulus oluşturduğu anlamına gelmez.
Kendilerini Türk olarak tanımlamayan Kürtler için de benzer bir yaklaşım benimsenebilir. Bu grupları “Türkiyeli Kürtler” olarak adlandırmak, sorunun çözümü açısından pratik bir yol olarak görülebilir. Bununla birlikte, asimilasyon süreci sonucunda artık kendini Türk olarak hisseden Kürt kökenli bireyler de vardır ve bu bireyler Türk kimliği içinde değerlendirilebilir.
Son olarak, Bölükbaşı’nın Güney Amerika’daki İspanyolca konuşan ülkeleri örnek göstermesi, ulus kavramının onun tarafından ne denli yanlış yorumlandığını açık biçimde ortaya koymaktadır. Bu ülkelerde hangi dilin konuşulduğundan bağımsız olarak, insanlar kendilerini ayrı birer ulus olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla bu ülkelerde üretilen edebiyat, ‘İspanyol edebiyatı’ değil, Kolombiya, Arjantin ya da Şili gibi her bir ülkenin kendi ulusal edebiyatıdır. Ulusal bir edebiyata sahip olabilmek için yerel ya da özgün bir dili yeniden canlandırmak gerekmez. Asıl belirleyici olan, o dili kullanan topluluğun kendini nasıl tanımladığıdır.
Sonuç
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş döneminde çağın siyasal ve ekonomik koşullarına uygun olarak bir ulus-devlet projesi başlattı. Bu tercih feodal, çok etnisiteli imparatorluk yapısından modern, kapitalist ulus-devlete geçişin tarihsel bir gerekliliğiydi. Bu çerçevede Fransız Devrimi’nin etkisiyle şekillenen asimilasyoncu ulus inşası modeli benimsendi. Ortak dil, ortak tarih ve ortak vatandaşlık bilinci üzerinden tüm farklı kimliklerin “Türklük” üst kimliği altında birleşmesi hedeflendi.
Bu modelin teorik temelinde “Türküm diyen herkes Türk’tür” anlayışı yer alıyor gibi görünse de, pratikte bu kimliğe dahil olmak gönüllü bir bilinçle değil, devletin yönlendirdiği bir ideolojik formasyonla mümkün kılınmak istendi. Yani, etnik farklılıkların tanınması değil zamanla ortadan kalkması beklendi. Bu yaklaşımın bir ölçüde başarılı olduğu da söylenebilir. Lazlar, Çerkesler ve diğer bazı gruplar büyük ölçüde bu uluslaşma sürecine entegre oldular.
Ancak bu uluslaşma projesi Kürtler açısından beklenen sonucu vermedi. Kürtler, tarihsel, coğrafi ve demografik nedenlerle asimilasyon politikalarına direndi ve zamanla daha güçlü bir ulusal bilinç geliştirdi.
Bu durum, yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Ulus-devlet inşası, tarihsel olarak her ülkede sancılı bir süreç olmuştur. Dünyada yalnızca bir tek ulusun yaşadığı ve üniter devlet yapısını sürdürebilen büyük nüfuslu ülke sayısı çok sınırlıdır. Yüz yıldır uygulanan politikaların kalıcı bir sonuç vermediği açıktır. Dolayısıyla tartışılması gereken ‘bu politikalar sürdürülsün mü?’ sorusu değil, ‘şimdi ne yapılmalı?’ sorusudur.
Sonuç olarak, Türkiye’deki kimlik tartışmalarının sağlıklı bir zemine kavuşabilmesi için, bu yazıda ele alınan bir takım indirgemeci yaklaşımlardan ziyade, çoğulculuğa, tarihsel bağlama ve anayasal eşitliğe dayalı rasyonel tartışma ortamlarına ihtiyaç vardır. Kimlik krizinin çözümü, ne geçmişin mitlerinde ne de tepeden inme üst kimlik projelerinde değil, demokratik, laik, sosyal ve eşitlikçi bir yurttaşlık anlayışında aranmalıdır.