Türkiye’de ücretli çalışanların mücadelesi giderek daha dar bir çerçeveye sıkıştırılmış duruma geldi. Tartışmalar çoğunlukla ücret artışlarına, istihdam oranlarına ya da büyüme rakamlarına indirgeniyor. Oysa bu başlıklar, emeğin yaşadığı asıl krizi görünmez kılıyor. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorun yalnızca emeğin sömürülmesi ve üretimden yeterli payı alamaması değil; emeğin kendisini yeniden üretemez hâle gelmesi. Asgari ücretin açlık sınırının altında kalması da bu durumun en açık göstergesi.
Bu tabloyu bir hesap hatası ya da geçici bir ekonomik dalgalanma olarak görmek artık mümkün değil. Burada çok daha yapısal bir tercihle karşı karşıyayız. Ücret, yaşamı sürdürecek bir düzeyde belirlenmiyor; aksine, sürekli eksik bırakılıyor.
Yetmeyen kısım ise hanelerin içinde -zorla, şiddetle- tamamlanıyor: Borçlanarak, ek işle, güvencesiz çalışarak ya da “aile” içinde görünmezleştirilen patriyarkal iktidar ilişkilerine yaslanarak. Yoksulluğu bırakın, açlığı bile sınır görmeyen bir toplumsal yeniden üretim rejimi bu.
Böylece toplumsal yeniden üretimin maliyeti, devletin ve sermayenin üzerinden alınarak doğrudan işçilerin omuzlarına yükleniyor. Düşük ücret yalnızca bugünün emekçilerini değil, yarının emek gücünü de şekillendiriyor. Yetersiz beslenen, eğitimden kopan, erken yaşta çalışmak zorunda kalan çocuklar bu düzenin sürekliliğini sağlayan en kritik halkayı oluşturuyor; “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm.”
Bu nedenle emek mücadelesini yalnızca ücret pazarlığına indirgemek, krizin nedenlerini ıskalamak anlamına geliyor. Ücret neden yetmiyor, neden sürekli eriyor? Bu sorular sorulmadıkça, üzerinde durulmadıkça da elde edilen kazanımlar kalıcı olmuyor. Emek gücünün nasıl toplumsal olarak yeniden üretildiği meselesi, sınıf siyasetinin merkezine yerleşmeden “ücret neden yetmiyor” çıkmazını aşmak mümkün değil.
Okul yemeği ve MESEM: Toplumsal yeniden üretim krizinin iki yüzü
Okullarda ücretsiz bir öğün yemek talebi kimi çevrelerde sosyal yardım harcaması başlığı altında ele alınıyor. Oysa bu talep, doğrudan emek gücünün yeniden üretimiyle ilgili kamusal bir mesele. Bir çocuğun okula aç gitmesi bireysel bir yoksulluk durumu değil; sınıfsal eşitsizliğin eğitim sistemi üzerinden yeniden üretilmesi demek.
Beslenme, öğrenmenin en temel koşulu. Bu koşul aile bütçesine bırakıldığında, eşitsizlik daha en baştan kurulmuş ve derinleşmiş oluyor.
Devletin okul yemeği sorumluluğunu üstlenmemesi hem düşük ücretlerin yarattığı krizin hem de bu temel ihtiyacın karşılanması için gerekli kamusal altyapının devam eden tasviyesinin üzerini örtmeye yarıyor. Ücret yetmiyor ama “aile bir şekilde idare eder” varsayımı politikaya dönüşüyor. Oysa bu idare etme hâli, emek gücünün yeniden üretiminin giderek daha zorlaştığı ölümcül bir eşiğe işaret ediyor. Bu yüzden okul yemeği talebi bir sosyal destek değil; emek mücadelesinin kamusal ve sınıfsal bir parçası olarak görülmeli[ii].
Çocukları eğitimden kopartıp işçileştiren MESEM ise bu krizin bir diğer yüzünü oluşturuyor. Mesleki eğitim ve istihdam köprüsü olarak sunulan bu sistem, gerçekte yoksul hanelerin geçim krizini çocuk emeğiyle telafi etmeyi dayatan bir yol hâline geliyor. Düşük ücretler ve artan yaşam maliyetleri karşısında çocukların çalışması bir zorunluluğa dönüşüyor.
Bu süreçte eğitim ya erteleniyor ya askıya alınıyor ya da tamamen terk ediliyor. MESEM programı çocukları erken yaşta ve en güvencesiz koşullarda işgücü piyasasına sokarken, düşük ücretli çalışmayı da normalleştiriyor. Bu durum yalnızca bugünü değil, geleceğin emek piyasasını da biçimlendiriyor.
Bu nedenle MESEM’in sonlandırılması talebi[iii], ahlaki ya da pedagojik bir tepkinin ötesinde. Bu talep, emeğin nasıl ve kimler üzerinden yeniden üretileceğine dair açık bir sınıfsal itiraz, bir isyan anlamına geliyor.
Toplumsal yeniden üretimi kamusallaştırmak: Emek mücadelesinin stratejik ufku
Beslenme, eğitim, bakım ve barınma, yaşamın ve dolayısıyla emeğin toplumsal yeniden üretimi için temel ihtiyaçlar. Bu ihtiyaçların tamamen piyasaya ve hanelere devredilmesi, ücretlerin neden sürekli baskı altında kaldığını anlamak için kritik önemde[iv].
Bu alanlar kamusal olmaktan çıkarıldıkça, ücretin bu ihtiyaçları karşılaması da “gereksiz” görülüyor; çalışanlara karşı bir sorumluluk olmaktan çıkıyor. Sonuçta işgücünün maliyeti düşerken, yaşam koşulları ağırlaşıyor. Toplumsal yeniden üretimin ısrarla piyasalaştırılması, bu yönüyle açık bir sınıf politikası.
Tam da bu noktada toplumsal yeniden üretim araçlarının metadışılaştırılması, emek mücadelesi açısından stratejik bir anlam kazanıyor. Okul yemeği, kamusal eğitim, ücretsiz sağlık ve barınma hakkı talepleri sosyal devlet nostaljisi değil. Bunlar, ücretin sürekli aşınmasına karşı işçi sınıfının elindeki en temel kolektif savunma mekanizmaları.
Bu mekanizmalar olmadan elde edilen ücret artışları kısa sürede erimeye mahkûm oluyor ve emek gücü daha da kırılgan hâle geliyor. Bugün emek mücadelesinin temel zaaflarından biri, bu bütünlüklü bakışın zayıflaması: Mücadele ve talepler çoğu zaman yalnızca ücret artışına sıkışıyor. Ücretin neden bir türlü yetmediği sorusu geri plana itildiğinde, sorun yerinde durmaya devam ediyor. Ücretin yetersizliği, toplumsal yeniden üretimin kamusal olmaktan çıkarılmasıyla doğrudan bağlantılı. Bu bağ kurulmadan yürütülen her mücadele, kaçınılmaz olarak kaybediliyor.
Bu yüzden bugün MESEM’in sonlandırılmasını talep etmek, okullarda her çocuğa bir öğün ücretsiz yemek verilmesini savunmak ve asgari ücretin açlık sınırının üzerine çıkarılmasını istemek birbirinden kopuk talepler değil. Bunlar, emeğin geleceğini yeniden talep etmenin farklı cepheleri. Ücret yetmediğinde krizin çocuk emeğiyle, açlıkla ve eğitimden kopuşla yönetilmesine itiraz etmek demek.
Emek mücadelesini yalnızca ücret artışıyla sınırlamak, bu rejimin sınırları içinde kalmak anlamına geliyor. Oysa bugün acil olan, emeğin yeniden üretimini piyasanın ve hanelerin sırtından alıp kamusal bir mücadele alanına taşımak. MESEM’in sonlandırılması, okul yemeğinin kamusal bir hak olarak tanınması ve “yaşam ücreti” talebi, emeğin yalnızca bugününü değil, geleceğini de savunmanın zorunlu koşulları. Emek mücadelesi bu talepleri birleştirdiği ölçüde, gerçekten dönüştürücü bir güç hâline geliyor.
[i] Gabriel Garcia Marquez’in “Aşk ve Öbür Cinler” romanından esinlenerek; Sierva Maria’ya edilen işkenceler ve her şeye rağmen uzamaya devam eden saçları düşünülerek atılmış bir başlıktır. [ii] https://www.ekmekvegul.net/gundem/okullarda-bir-ogun-ucretsiz-saglikli-yemek-davasi-bugun-danistayda [iii] https://www.evrensel.net/haber/590106/egitim-sen-mesem-projesinin-iptal-edilmesi-icin-imza-kampanyasi-baslatti [iv] Deniz Ay ve Coşku Çelik (2025). Piyasalaş(tır)manın Karşısında ve Ücretin Ötesinde: Yaşamın Üretimi İçin Kamu Politikaları https://www.ayrim.org/guncel/piyasalastirmanin-karsisinda-ve-ucretin-otesinde-yasamin-uretimi-icin-kamu-politikalari/




