Barış, Çözüm, Demokratikleşme, İktidar ve Sosyalistler

Semih Gümüş28 Mayıs 2025

Bu ülke bir cumhuriyete kavuştuğundan beri sonu gelmeyen siyasal ve toplumsal çatışmalar içinde kavruluyor. Birinci Türkiye İşçi Partisi’nin 1967’de Diyarbakır, Silvan, Siverek, Batman, Dersim’de düzenlediği heyecan verici “Doğu Mitingleri”nden sonra 12 Mart faşist darbesinin ardından kapatılmasının nedeni “bölücülük”tü. O yıllarda yapılanın ne denli büyük bir değeri olduğu bugün belki hak ettiği gibi görülemiyor. Gelgelelim özellikle 1960’ların ikinci yarısından idam sehpalarına, o ’70’li yılların adeta içsavaş koşullarına, sosyalistler Kürt sorununu dile getirmekte öncü oldukları gibi, çözümü konusunda da her zaman Kürt halkının haklarının ve özgürlük mücadelesinin yanında oldular.

Sorunun kendisiyle ilgili farklı düşüncelere sahip olmamakla birlikte, çözümü konusunda bağımsız düşüncelere sahip olan sosyalist hareketimiz, asıl bileşenleriyle “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısını da özenli bir politik açıklıkla destekliyor. Arada bazı ayrımlar yok mu, elbette var. Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta yaptığı “Barış” çağrısını destekleyip her fırsatta dile getiriyoruz. “Demokratik Toplum” başlığıyla ilgili de bir ayrım gözetmez sosyalistler. Sosyalist hareketin Kürt Siyasi Hareketi tarafından da onaylanması gereken bağımsız duruşunun nesnel ve güçlü nedenlere dayandığına hiç kuşku yok.

PKK’yi Doğuran Koşulların Değişiminin Sonucu

Kırk yedi yıl önce PKK’yi doğuran koşulların aynıyla kalmadığını aklı başında herkes biliyor. Abdullah Öcalan’ın 12 Mart’tan sonraki Genel Afla birlikte hapishaneden çıktıktan sonra 1975’te Ankara’yı terk edip kendi doğduğu topraklara gittiği günlerle ve ertesindeki yıllarla elli yıl sonra şimdiki Türkiye’nin siyasal, ekonomik, kültürel dünyasıyla ne kadar benzerliği vardır? Ben bugünküyle neredeyse yüzde on benzerliği olan o yılların ülkesine, bugünkü Türkiye’den çok uzakta oluşu nedeniyle, adeta bir masal ülkesi diyorum. Dolayısıyla PKK’nin siyasal, ideolojik (Marksizme değil de sosyalizme bağlı) anlayışı ve mücadele biçimleri herhalde aradan geçen elli yıl içinde değişecekti. En radikal amaç olan “Bağımsız Kürdistan” amacı bu nedenle çoktan terk edildi.

Abdullah Öcalan’ı ilk kez Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği’nin (ADYÖD) kuruluşundan hemen sonra, dernek lokalinde yapılan bir toplantıda görmüştüm. 12 Mart döneminden çıkışın ertesinde kurulan önemli bir dernekti ADYÖD ve Öcalan, Derneğin kurucularındandı, genel sekreteriydi. Genel Af’la birlikte 1971’de girip ertesi yıl bırakmak zorunda kaldığı öğrenciliğini sürdürmek için Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne dönmüştü. Aynı yıl SBF’de birinci sınıf öğrencisi olarak gidip gelmeye başladığım ADYÖD’de hemen başlayan hararetli devrim ve sosyalizm tartışmaları sırasındaki konuşmalarıyla o kadar dikkatimi çekmişti ki Öcalan, Genel Af’la içerden çıkmış eski devrimcilere onun kim olduğunu sormuştum, anlatmışlardı. Daha sonra bir kere daha gördüm ve döndüğü Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne bir yıl bile devam etmeden, kısa süre sonra kayboldu. Merak ettiğim için nereye gittiğini sorduğumda, O gitti, dediler, örgütünü kurmaya, geldiği yerlere.

Sonra gelen sıcak yıllar içinde unuttum Öcalan’ı, yeniden ortaya çıkana dek. Ve kırk yıl sonra, 27 Şubat 2025 günü, 1984’te Eruh ve Şemdinli’de başlattığı en uzun Kürt isyanına ve silahlı mücadeleye son verilmesini, PKK’nin kendini feshetmesini istedi. Bu tarihsel çağrıyı yalnızca içeriği nedeniyle değil zamanlamasıyla da not edelim.

Öcalan’ın “Çağrı”sı, PKK’nin “varlığının zorla sona erdirilmediğini” özellikle vurgulayarak başlıyordu. Önemsiz değildi bu. Aradan geçen yıllar boyunca Kürt sorununun varlığı ve gerçekliği, Kürt kimliği ve halk olma bilinci kabul edildiyse, sonunda büyük bir halk hareketi yaratıldıysa bunun o isyanla kazanıldığı da kuşkusuz. Öte yandan Ortadoğu’nun en güçlü ve siyasal gericilik bakımından en acımasız devletine karşı “Bağımsız Kürdistan” talebini öne sürmenin gerçek bir siyasal karşılığı elbette yoktu. Zaman içinde önce “Demokratik Konfederalizm”den, ardından “Demokratik Özerklik”ten vazgeçilmesi ve “Demokratik Cumhuriyet” tezinin benimsenmesi, uzun bir atlayışla aranacak uzlaşmanın ipuçlarıydı demek.

Sıçramalarla ilerleyen bu değişimin nedenini yenilgiyle açıklamak doğru değil. PKK’nin kuruluşundan on bir yıl sonra Duvar yıkıldı, sosyalizm bir sistem olarak çözüldü, dünyanın ekseni Batı’ya doğru kaydı, o muhteşem düşünce üretimi yılları sonuna geliyordu. Sosyalizm anlayışlarının, sosyalist toplum tasarımının, Marksizm ve Leninizmle ilgili tartışmaların derinleştiği yeni dönemin içinde PKK’nin ve silahlı mücadele biçimlerinin değişmesi kaçınılmazdı. Dünya büyük bir hızla değişirken bir gerilla hareketi zamanı durduramazdı. Başlangıçtaki amaçların gerçekliğinin olmadığı elbette görülecekti. Dolayısıyla yeni yüzyılın paradigmalarını görmek ve onlara uygun davranmak gerekiyordu. Geç de olsa görüldüğünü anlıyoruz.

Sonunda 27 Şubat’ta demokrasi talebiyle sınırlı bir çağrı yapıldı. Çağrı’da somut bir talebin açığa çıkmaması özellikle Kürt siyaset çevrelerinde temkinli bir tutumla tartışıldı. Elbette arka planda Öcalan ile devleti temsil eden kişiler ve kurumlar arasında bazı görüşmeler yapılmış, belki anlaşmalar olmuş, ortak kararlar alınmıştır. Bunlar bizim için de hâlâ belli değil. Sürecin DEM Parti’den de görece bağımsız yürüdüğünü ve onların da pek çok konuda tam bilgiye sahip olmadığı da sanırım söylenebilir. Ama öyle görünüyor ki devlet ile KSH artık birbirini stratejik ortak olarak görme eğiliminde. Bunun nesnel, elle tutulur bir olguya dönüşüp dönüşmeyeceğini henüz bilmiyoruz. Kaldı ki özellikle devlet içindeki muarızların tutumuyla süreç akamete de uğrayabilir. Böyle bir olasılığın bulunmadığını kim söyleyebilir.

PKK’nin kendini fesih kararının sonucu hemen alınabilir. Ama şimdilerde dünyadaki en büyük gerilla örgütünün silahlarını bırakma süreci nasıl yaşanacaktı, bunu bilen pek azdı. Öyle ya PKK silahları nasıl, nerede, kime bırakarak kendisini silahsızlandıracaktı? Silahlarını bırakan PKK yöneticileri ve militanları sivil hayata nasıl dönecekti? Hangileri ülke içine kabul edilecekti, ötekiler iyi tanıdıkları bölge ülkelerinde mi kalacaktı? Bunları bilecek kadar deneyimim yok, henüz bilen de pek yok.

Bir deneyim olarak, bildiğimiz son silah bırakma kararı o günlerde (2015) dünyadaki en büyük ikinci gerilla örgütü olan Kolombiyalı FARC’tan gelmişti. FARC gerillaları gruplar halinde silahlarını (8.112 silah, 1,3 milyon mermi, 22 ton patlayıcı, 3 bin el bombası ve bin kara mayını) büyük ölçüde Birleşmiş Milletler gözlemcilerine teslim etmiş ve sivil hayata geçmişti. FARC aynı zamanda yasal bir parti olarak siyasal hayatına devam edeceğini açıklamıştı.

Fesih ve Silahlı Mücadeleye Son Verilmesinin Sonuçları

Kırk yıl süren bir savaşın halktaki karşılığı nasıl bir değişim gösterir? Halkın kendisine ait gördüğü evlatlarının sonu gelmez kaybı uzun yıllar boyunca nasıl kabul edilebilir? O halkın savaşın ilanihaye sürmesini isteyebileceği düşünülebilir mi? PKK yöneticileri devletin lanetliler ordusuna dönüştürdüğü isyanın halktaki karşılığının yıpranabileceğini görüyor olmalıydı. Savaşın uzun sürmesi, Kürtler için de demokratik bir toplum yaratma ümidinin sönümlenmeye başlamasına, bıkkınlığa neden oluyordu. Ülkenin hayatın her alanında yaşadığı değişim, devletin gücüne güç katmaya devam etmesi, üstelik devrimci demokratik mücadele anlayışlarının ve biçimlerinin değişmek zorunda oluşu PKK’yi değişime zorladı.

Demek ki silahlı mücadele önceden bitirilebilirdi. 7 Haziran 2015 seçimlerinde Selahattin Demirtaş ve HDP’ye yönelen toplumsal ilgi, çoğunluğu kaybetmiş AKP’yi ve Erdoğan’ı seçimleri yok saymaya ve toplumsal ilerlemeyi ne olursa olsun durdurmaya götürdü ve 7 Haziran ile 1 Kasım 2015’teki genel seçimlere giden yaklaşık dört ay içinde ülke düpedüz yangın yerine çevrildi. İktidarı vermek istemeyen odaklar her şeyi göze almış gibiydi. Sonunda 1 Kasım seçimlerinde AKP zor kullanarak yeniden çoğunluğu sağladı. Artık iyiden iyiye normal olmayan koşullara girilmişti. 15 Temmuz 2016’daki darbe tezgâhı, ardından 16 Nisan 2017 Referandumuyla gelen Başkanlık sistemi. Atılan her adımla, sonuçlarının nasıl alındığını bilmenin olanaksızlaştığı seçimler ve bu iktidar oyunlarıyla birlikte, rejim değişti.

Hendek savaşı o meşum 1 Kasım 2015 seçimlerinden sonra başlamıştı. Aslında ona savaş demek doğru değil. Karşılıklı çatışmalarla bir yandan hendekler kurulurken öbür yandan şiddetli devlet operasyonları vardı. O kalkışmayı karşılıklı şiddetli çatışma ve genç ölümleriyle anlatmak daha doğru olur. Kazanılmasının olanaksızlığı bilinen Hendek çatışmalarının amacının ne olduğu bir yana, demokratik siyaset alanlarında var olan olanakların değerlendirilmesinden uzaklaşılırken pekâlâ yeni olanaklar bulacak halk hareketi edilgin kılınıyordu. Ve 27 Şubat 2025’te yapılan çağrının, en azından tek yanlı olarak bir on yıl önce yapılabileceği de düşünülemez miydi?

Rejim değişikliğinin yasal altyapısının oluşturulması için yapılmış Referandum’dan bugünlere yaklaşık sekiz yıl geçti. Bu sekiz yılın içinde atılmış hangi adımlar devleti yeni bir çözüm sürecini başlatmaya götürmüştür? Soru önemli: Devlet –iktidar– bu süreci niçin başlattı? Bunun nedenlerini elbette yorumlayabiliriz ama yanıtını tam olarak bilmek olanaksız gibi. AKP-MHP iktidarının toplumsal tabanının eridiği, artık azınlık iktidarı olduğu, yönetme ehliyetini kaybetmeye başladığı apaçık görülüyor. Bu yüzden zorla, şiddetle yönetmeye çalışan bir iktidar var artık. Ama oradan da çıkış yok. Devletin yargısını ve güvenlik örgütünü kullanarak şiddet kullanmaya başladığı yerde, iktidar zor durumda kalmış, siyasetin araçlarıyla yönetemez hale gelmiş demektir.

İyimser bir yorum mu bu? Hayır, AKP-MHP iktidarı –çaresiz demeyelim ama– çare bulmakta en çok zorlandığı dönem içinde ayakta kalmaya çalışıyor. Ekonomik sorunların boğazını sıktığını da ekleyelim. Öte yandan bölgesel sorunların merkezinde bulunan Suriye’deki hesaplar bozuldu. ABD’nin, politik ve askeri desteğini tam boy verdiği İsrail’in hızlı müdahalesi, Türkiye’nin bölgesel etkisinin sarsıntıya uğramasına, inisiyatifinin gerilemesine neden oldu. Bu geriye doğru gidişi bir sürüklenmeye neden olmadan durduracak en doğru adım, Türkiye’nin bölgede yanına alabileceği en önemli güç olan Kürt Siyasal Hareketiyle ilişkisini yeniden düşünmek miydi? Akıllıca tutum bu olurdu ve bu öngörü –devlet için de geç kalmış bir öngörüdür bu– Devlet Bahçeli aracılığıyla yüksek sesle ilan edildi. Kürt Siyasal Hareketinin aynı zamanda büyük bir halk hareketi olarak bölgedeki en önemli güçlerden ve aktörlerden biri olduğunu devlet de biliyordur. Suriye’nin kuzey doğusunda Kürtlerin artık bir statü kazandığı da belliyken. Peki bu sürecin başlangıcında Erdoğan neredeydi? Elbette farklı bir yerde durmuyordu. Görünmez oluşu tamamıyla politik hesaplar ve kendi çıkarlarıyla ilgiliydi.

Beklentilerin Gerçekliği

Abdullah Öcalan’ın 27 Şubattaki çağrısının ardından PKK de 5-7 Mayıs’ta yaptığı Kongre’de aldığı kendini feshih ve silah bırakma kararını 9 Mayıs’ta açıkladı. Beklenen karardı. CHP’den sosyalistlere, muhalefetin asıl ağırlığı bu tarihsel kararın arkasında durdu. Bugün geldiğimiz aşamada, bu ülkede sorunların çözümünün silahlı mücadeleyle olamayacağını Kürt Siyasal Hareketi de biliyor, bu devletin yok etmeye çalıştığı ama hiçbir zaman başaramadığı sosyalist hareketin tümü de.

Öte yandan 27 Şubat çağrısını Kürt illerinde sokaklara çıkıp dinleyen Kürtlerin burukluğundan söz edilebilir mi? Barış, tamam ama devletin tek taraflı koşullarıyla mı sorusunu sormayan Kürt var mıydı acaba? Devlet kırk yıldan beri süren ve on binlerce canı alan savaşın nedenleriyle ilgili söz almazken sonuçlarıyla ilgili vaatlerde bulunuyor muydu? Binlerce Kürt siyasetçi hapishanelerdeyken, Kürt halkının iradesi kayyumlarla çiğneniyorken, Kürtçe üstünde yeniden başlayan yasaklar yaşanıyorken, anayasal eşitlik taleplerine karşılık verilmemişken… Bunların sokaktaki Kürtlerin endişeleri olduğunu yadsıyan var mıydı? Öyle görünüyor ki bu düzeyde duygu ve düşünce bakımından Öcalan, PKK ve DEM Parti yönetimiyle Kürt yurttaşlar arasında eksiksiz bir birlik olup olmadığı sorgulanabilirdi. Belki ortak bir dil olanaksızdı, sonunda süreçle ilgili şeffaflık asıl olmalıydı elbette ama sürecin içindeki bazı ilişkiler ve kararlar sonuçlanmadan açıklanamayabilirdi.

Burada asıl olan, devletin bu yeni döneme hazır olup olmadığı. Bunu bilmiyoruz ya da bundan emin değiliz. Bir yandan tarihsel bir karar ânı içindeyiz, öte yandan Erdoğan arada gene Kürt sorunu diye bir şey yoktur da diyor, arada gene ezmekten falan söz ediyor. Siyasetendir, olur öyle şeyler denir. Peki sıradan bir soru: Bu iktidara sonuna kadar güvenilir mi? Bu soruya Murat Karayılan’ın Kongre’de yaptığı konuşma yanıt sayılabilir mi. “Silahlı mücadelenin sonlandırılması belirli koşullarla mümkündür” diyor Murat Karayılan, “ama devlet bunun için yasal değişiklikleri yapmazsa pratikte bu zaten mümkün olmaz.”

Kırk yıllık savaş stratejisinden sonra barış ve silahlı mücadeleyi sonlandırma süreci içinde buna benzer sözler edilecektir, böyle zorlu bir süreçte bu da doğal ve kaçınılmaz görülebilir. Ama demek ki yalnızca bir taraf istedi diye barış olmayacak. Barışın gerçek koşulları vardır ve onların tamamlanması gerekir. Hem iki tarafın dosdoğru anlaşması, hem anlaşmanın toplumsallaşması, sorunun nihai çözümüne de TBMM’de hukuk içinde karşılıklar verilmesi gerekir.

Sonunda Kürt halkının kimliğinin ve halk bilincinin kazanılması amacı gerçekleşmiş midir? KSH için buna kesin bir evet yanıtı verilebilir. Demek ki temel amaçlardan biri kazanılmıştır. Ama devletten bağımsız, tek yanlı olarak, kendi kendine. Sonra…

Bugün Kürtler atılacak her adıma elbette büyük değer veriyor, başka türlü olabilir mi. Ama bunun hemen yanı sıra Kürtlerde bir kutlama havası olduğu da görülmüyor. Hatta DEM Parti yönetiminden tabanına, tedirgin ve temkinli bir bekleyiş içinde olunduğu da seziliyor. Bunu belirtmem yanlış olmaz sanırım. Öyle ya, silahlar olmasın ama demokratik bir Türkiye olacak mı? Kayyumlar geri çekilecek mi, Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Selçuk Mızraklı ve haksız ve hukuksuz kararlarla hapishanelerde bulunan binlerce Kürt siyasetçi özgürlüğüne kavuşacak mı, yaşamsal demokratik bir dizi hakka müdahale artık sonlanacak mı… Ve barışın arkasından nasıl bir rejim inşa edilecek. Demek ki Kürt yurttaşların kaygılarının gerçekten giderilmesi gerekiyor.

19 Mart Direnişinin Katkısı

Kaldı ki bu ülkenin batısında yeni gelişmeler yaşanıyor. Özellikle 19 Mart’tan sonra, olağan bir seçimi kazanacağı hemen hemen kesin olan Ekrem İmamoğlu’nun seçilme hakkının gasp edilmesi, CHP’li belediyelere ve CHP’ye kayyumlar, gözaltılar, tutuklamalar, çete suçlamaları, başlayacak davalarla CHP’nin tam boy hedefe konması, düpedüz sivil bir darbe yapılması çözüm sürecini de olumsuz etkileyecekken barış nasıl sağlanacak, demokratik toplum nasıl kazanılacak.

Kürtler yeni düşmanın CHP ve İmamoğlu olmaya başladığını görüyordur. Bu ülkenin nüfusunun neredeyse beşte birine yakını Kürt yurttaşlardan oluşuyorsa, ülkenin doğusundaki illerin yanı sıra, batıdaki illerde, özelikle İstanbul’da yaşayan Kürtlerin ekonomik ve sınıfsal sorunları olduğu da atlanamaz. Bu da sürecin ve 19 Mart kalkışmasının kendiliğinden parçasıdır.

DEM Parti aklı selim tutumuyla bunları sorguluyor. Demokratikleşme yerine baskı rejiminin ülkenin batısında da sürdüğü koşullarda barış nasıl sağlanacak da diyordur DEM Parti. Üstelik sürecin ileri adımlar atmaya başlamasıyla birlikte DEM Partinin bu yeni döneme uygun biçimde kendini yeniden yapılandırmak zorunda olduğu da ortadayken.

Öyle sorunlu bir ülke ki bu, bunları art arda sıralarken gönül ferahlığıyla konuşup yorumlamak varken her sözcüğümüzü tartarak dile getirmek zorunda kalıyoruz. Bunun baskısıyla yorum yapıyoruz. Böyle düşünmek de yaşamak da zor.

Sosyalistlerin Yaşamsal Varlığı ve CHP

Barışın kazanılması ve silahlı mücadelenin sonlandırılması için başlayan bu tarihsel süreç karşısında ve içinde sosyalist hareket başlıca bileşenleriyle doğru bir tutum içinde oldu. Sözgelimi Türkiye İşçi Partisi hemen yaptığı açıklamayla süreci “ülkemizin en acil ihtiyaçlarından biri olan barışın tesisi için heba edilmemesi gereken bir fırsat” olarak değerlendirdi. Sonra da “Ülkemizin yıllardır hayalini kurduğu ve uzun yıllara yayılan bir mücadele ile bugüne bir umut olarak taşıdığı barışın Saray Rejimi’nin bekasını garanti altına almak için istismar edilmesine izin vermemek ise birincil görevimizdir” kaydını düşerken  vurgu elbette şuna yapılıyordu: “Türkiye İşçi Partisi olarak tarihimiz boyunca onurla savunduğumuz barışı ve halkların kardeşliğini aynı inanç ve kararlılıkla savunmaya devam edeceğiz.” Sosyalist hareketin başlıca bileşenleri arasındaki EMEP ve Sol Parti’nin de farklı sözlerle benzer bir tutum aldığını da hemen belirtebiliriz.

Sürecin oldukça büyük bir adımla tamamlanma iradesinin gösterildiği günler, haftalar, aylar aynı zamanda 19 Mart sivil darbesinden sonraki halk hareketiyle birbirine koşut ilerliyor. İç içe yürüyor demekten kaçındım, çünkü iç içe değil. 19 Mart’ta Beyazıt’ta üniversite gençliğinin polis barikatını yıktığı an, CHP’den sosyalistlere, muhalefetin kısa süren kararsızlığını çok güçlü bir direnişe dönüştürdü. Öte yandan DEM Parti’nin gönül bağını belirtmekle birlikte içinde tam boy yer alamadığı 19 Mart Direniş süreci, iktidarla muhalefet arasında yeni bir güç dengesi oluşturdu. Muhalefet tam öngöremediği bir yeni Direniş çizgisini kararlılıkla çekti. İktidar da tam öngöremediği bu Direniş karşısında yaşadığı kararsızlığı sanırım atlatamamış durumda. Atılan korku tohumları da artık yeşermiyor.

Bu düzeyde Erdoğan’ın muhalefeti bölme becerisi için uygun koşullar da var mı? Olduğu söylenebilir. Bir yanda bu yazının asıl konusu olan barış ve çözüm süreci içinde yaşayan Kürtler var, öte yanda artık baş düşman ilan edilmeye başlanmış CHP ile sol-sosyalist muhalefet duruyor. Birbiriyle tam anlamıyla örtüşemeyen iki büyük muhalefet gücünün ortasında bir yarık oluşturmak Erdoğan iktidarının öncelikli amacıdır.

Öte yandan iktidarın niyetleri ne olursa olsun, 19 Mart direnişinin aynı zamanda barış sürecinin de güvencelerinden olduğunu öne çıkarabiliriz. Bunun nedense yeterince dillendirilmediğini düşünüyorum. 19 Marttan başlayıp sonraki günlerde ülkenin bir ucundan öbür ucuna sayısız ilde sokağa çıkan milyonlarca yurttaş, Yağma yok, dedi, ümitlerin tükenmeye yüz tuttuğu yerde oyunu gene halk bozacak. İşte bu Direniş barışın ve demokratik toplum kuruculuğunun öbür güvencesidir. Onsuz olabilir mi? Demek ki Kürt halkının ülkenin demokratikleşmesi için verdiği mücadeleyle CHP ile sol ve sosyalist güçlerin adalet, demokrasi, özgürlük ve halkın iradesini korumak için verdiği mücadelenin bütünlüğünün korunması yaşamsaldır. İki ayrı yoldan yüründüğünü kabul edebiliriz, bu bir olgu olarak geliyor önümüze. Unutulmamalı, sosyalistler isyancıların kardeşidir. Ve amacımız o iki yolun birleştirilmesidir.

Demek ki birleşik bir halk muhalefeti için koşullar tam anlamıyla oluşmuş durumda. Tarihsel bir ânın içindeyiz. Birbirinden bağımsız duran sosyalist partilerin kendi aralarında oluşturacağı birleşik sosyalist muhalefet, gençlik hareketi ve işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hak mücadelesiyle birleştirilmek zorundaysa, bu da tam şu ânın tarihsel görevi. Yalnızca somut gücü değil, duygusu ve özgürlükçü doğası vardır bu birliğin.

Bu arada benim bildiğim, ülkenin şu son altmış yıla yakın siyasal hayatında CHP’nin ilk kez bu düzeyde bir direnç göstermesi, sosyalist hareket ile CHP arasında kalıcı iş ve güç birliğini ve ilişki düzeneklerini oluşturmak için uygun koşullar yaratıyor. Bu arada CHP’nin, bu eylemlerin sıcaklığı içinde Saray Rejiminin yerine nasıl bir demokrasi istediğini ortaya koyması da gerekiyor.

19 Mart direnişi ilk günlerdeki gibi sürüyor mu? Burada bir sorun olduğunu sanmıyorum. Aynı eylemler ne her gün ne de aynı yoğunlukta yaşanabilir. Direniş süreci sönümlenmeden varlığını ve etkisini sürdürüyor. Önemli olan şu: Artık buradan geri çekilemeyiz.

Dijital ve basılı medyadaki pek çok muhalif yorumcunun iktidarla muhalefet arasındaki mücadeleyi AKP ile CHP arasında bir mücadele gibi tartışma ve gösterme garabetini de görüyoruz. Sosyalist partilerin muhalefet içinde anılmaya değer bir güç olmadığını sanmak muhalefeti yanılgıya düşürmek olur. Sosyalistlerin toplumsal karşılıklarının büyümesi için uygun, nesnel koşullar bulunduğu gibi, ülkenin siyasal hayatında sosyalistlerin her dönemde aldığı tutumun doğruluğunu ve nitel ağırlığını görmezden gelmek olumsuz sonuçlar doğurur. CHP’nin Saray Rejimini tek başına yenemeyeceğini görmeyen var mıdır? Bu ülkede doğan ve çamurdan değil, verimli topraklardan, dağlardan, ormanlardan, arka sokaklardan gelen sosyalistleri hafifsemek muhalefetin ölümüdür.

Biz Kürt sorununu dün de bugün de bu ülkenin demokratikleşmesinin önündeki en yakıcı sorunu olarak görüyoruz. Ona ülkenin ve mücadelemizin başat sorunları arasında hak ettiği önemi verirken onu toplumsallaştırıyoruz da. Bu önemli vurguyu sona bırakmış oldum: Sosyalistler bütün sorunları toplumsallaştırır. Sorunu toplumsallaştırmak onun çözüm yollarını görmeyi ve çözülmek üzere önümüze koymayı sağlar. Demek ki Kürt sorunu da toplumsal mücadelenin başat sorunlarından biridir. Ve toplumsallaştırmayacağımız hiçbir sorun olamaz.

Çünkü gerçek hayat siyasal anlaşmaların, süreçlerin içine sığdırılamaz. Onun üstünden atlayarak gerçek çözümlere ulaşmak olanaksız. Bizim şarkılarımız çokseslidir.

İLGİLİ İÇERİKLER

Ayrım, 2024 - İletişim: ayrim@ayrim.org