Yargıda Reform: Paketler Siyaseti

L. Nalan Ermiş23 Aralık 2025

Kapitalizmin en kadim refleksi, Marx’ın belirttiği gibi “değişim değerini maksimize etmek için emek gücünü mümkün olan en düşük maliyete indirme” dürtüsüdür. Bu bir tercih değil; üretim ilişkilerinin kendi matematiğidir. İronik olan, ama aynı zamanda trajik biçimde gerçek olan şu ki: Kapitalizm ucuz emeğin dayanılmaz cazibesine her zaman kapılır ve her seferinde daha da ucuzunu bulur. Tıpkı MESEM uygulamaları gibi.

Son haftalarda ülke iki büyük çığlıkla daha sarsıldı. Bir yanda MESEM kapsamında çalıştırılırken ölen çocuk işçiler ve onlar için sokağa çıkan TİP’li gençlerin protestoları vardı; bu eylemler sırasında gözaltına alınan 16 öğrencinin tutuklanması MESEM gerçeğini ülkenin gündemine taşıdı. Diğer yanda emekli ölümleri, pazarlarda çalışan yaşlılar ve Ankara’da bitli, tuvaletsiz, 200 liralık odalarda yaşamaya mahkûm edilen emeklilerin görüntüleri… İlk bakışta birbirinden uzak gibi görünen bu iki sahne, aslında aynı iktisadi düzenin, emeği her yaşta değersizleştiren politikasının iç içe geçmiş yüzleridir.

Gençler, MESEM’de hayatını kaybeden akranları için sokağa çıktılar; bu bir duygusal tepki değil, çocuk emeğinin ucuz işgücüne dönüştürülmesine karşı politik bir itirazdı. “Mesleki eğitim” adı altında stajyer diye üretime sürülen çocukların denetimsiz işyerlerinde ölmesi istisna değil; sermayenin artı-değer iştahının doğrudan sonucudur. Gençlerin “Bu düzen öldürüyor” diye yürüyüşü, bireysel ihmalin değil, çocukları üretimin en alt basamağına zincirleyen sınıfsal mekanizmanın teşhiridir. Gözaltına alınıp tutuklanan 16 TİP’li öğrenci, yalnızca bir eylemin değil, devlet-sermaye ortaklığının kurduğu ucuz emek rejimine yönelen tehdidin simgesine dönüştü. Böylece MESEM gerçeği bir kez daha, artık saklanamayacak bir açıklıkla ülkenin gündemine girdi.

Aynı günlerde ekranlara başka bir acı düştü: Pazarda yük taşıyan 75 yaşındaki kadın, 70 yaşında kâğıt toplayarak yaşamaya çalışan bir emekli, 78 yaşında geçinemediği için inşaatta çalışan ve orada ölen bir başka emekli, Ankara’da bitli yataklarda, tuvaletsiz odalarda, 200–350 liraya barınmaya mahkûm edilen binlerce yaşlı ve emekli… Bu görüntüler münferit değil; yaşlı emeğinin sistematik biçimde ucuzlaştırıldığı bir düzenin dışavurumudur.

Emeklilerin çalışırken ölümü, yalnızca yoksulluğun değil, emeğin değerini sıfırlayan kapitalist kültürün ölümcül mantığının ürünüdür. Çünkü çalışamadığında aç kalan, çalıştığında ölen bir yaşlı nüfus yaratmak; ancak artı-değerin önüne hiçbir insani sınır koymayan bir sistemde mümkündür. Devlet, bu tabloda ucuz emek rejiminin aktif mühendisidir. Nasıl MESEM’de patronun sigorta primlerini üstleniyorsa, emekli maaşlarını da aynı mantıkla düşük tutarak yaşlı emeğini yeniden piyasaya sürmektedir. Bu, sosyal politika değil; sınıfsal bir tercihtir. Bu nedenle MESEM’de ölen çocukla pazarda yük taşıyan emeklinin hikâyesi birbirini tamamlar. Emeğin hangi yaşının güvende olduğu sorusunun cevabı açıktır: Hiçbirinin.

Bu tabloyu tamamlayan bir üçüncü halka daha vardır: Gençlik.

Ne eğitimde ne istihdamda tutulan milyonlarca NEET gençliği bu düzenin görünmeyen ama en kritik ayağını oluşturuyor. Bu üç hikâye “çocuk, genç, yaşlı” yan yana geldiğinde tek bir soruya dönüşür: Bu ülkede neden üç kuşak birden ucuz işgücüne dönüştürülüyor? Bu yazı, işte o sorunun ve bu bağın peşinde. Çünkü bu soru yalnızca bir sosyal politika arızasını ya da yoksulluk tablosunu değil, Türkiye kapitalizminin emek mimarisini müzakere eder.

Çocuğun erken yaşta üretime çekilmesi, gencin bekletilmesi ve yaşlının yeniden çalışmaya zorlanması; birbirinden kopuk olgular değildir. Hepsi, emek maliyetini her yaşta aşağıda sabitleyen bütünlüklü bir birikim stratejisinin parçalarıdır. Dolayısıyla soru “Neden yoksullaşıyoruz?” sorusu değil; “Kapitalizm neden emeğin hiçbir yaşını serbest bırakmıyor?” sorusudur.

NEET, “Ne eğitimde ne istihdamda” diye adlandırılan genç kitle, kapitalizmin çağdaş emek rejiminin merkezinde duruyor. Gençlik, üretimin dışında bırakıldıkça, piyasanın ihtiyaç duyduğu anda devreye sokulabilecek esnek ve itirazsız bir emek rezervine dönüşüyor. Genç işsizliği geçici bir aksaklık değil; kapitalist birikim rejiminin ücretleri baskılamak için ürettiği bir sonuçtur. Eğitim kalitesinin düşüşü, belirsizlik, borç, değersizleşmiş diplomalar, sürekli ertelenen yaşam planları, genç emeğin ucuzlamasının kültürel ve psikolojik altyapısını kurar. Yorulan, bekleyen, geleceği elinden alınan bir kuşak, sonunda düşük ücrete razı olmaya itilmiş olur.

Bu nedenle gençliğin üretime geç katılması rastlantı değil, sınıfsal bir ayarlamadır. Çocuk emeği MESEM’ler aracılığıyla erkenden içeri çekilirken, emekli yaşlı emeği düşük maaşlarla yeniden piyasaya sürülürken, gençlik dışarıda tutulur; böylece yetişkin işçilere karşı görünmez bir tehdit yaratılır. Gençliğin iş bulamaması, işin yokluğundan değil; ücretlerin daha fazla düşmesi için genç emeğin bilinçli biçimde bekletilmesindendir. Prekarya tam da bu bekleyişin içinde çoğalır; güvencesizlikte biriken baskı, emeğin tüm kuşaklarına yayılır.

Gençliğin konumu bu nedenle “kaybedilmiş kuşak” söylemiyle açıklanamaz. Gençlik, kapitalizmin düşük ücret rejiminin en stratejik unsurlarından biridir. Diplomanın güvencesiz kaldığı, stajın ücretsiz emek döngüsüne dönüştüğü, platform işçiliğinin örgütsüzlüğü yaydığı bir dönemde gençlik, sistemin baskı mekanizmasının kültürel ve siyasal merkezine yerleşir. Gençliğin prekaryaya itilmesinin en kritik boyutlarından biri, yalnızca işsizlik değil, devlet tarafından kurulan sınav sistemidir. Atanmanın bir hak olmaktan çıkarılıp siyasi sadakat üzerinden dağıtılan bir ayrıcalığa dönüştürülmesi, pedagojik formasyonun piyasalaştırılması, KPSS’nin bir yeterlilik değil eleme aracı olarak işletilmesi; hepsi genç emeğin kırılganlaştırılması için kurulan yapının dişlileridir. Genç bir insanın mesleğine kavuşmasının bilgiyle ya da yetenekle değil, iktidara yakınlıkla belirlenmesi, prekaryayı genişletir; emeğin güvencesini siyasal ilişkiye bağlayarak gençliği daha da belirsiz bir geleceğe mahkûm eder. Atanamamak bu yüzden bireysel başarısızlık ile tanımlanamaz. Sistematik bir emek tasarımının sonucudur ve gençliği beklemeye, boyun eğmeye, düşük ücrete razı olmaya zorlayan politik bir araçtır.

Vahşi Kapitalizmin Üç Kuşakla Kurduğu Emek Rejimi

Türkiye kapitalizminin bugün kurduğu emek düzeni, yalnızca ücretleri düşürmeye yönelik ekonomik bir politika değildir; yaşamın bütün evrelerini yeniden tanımlayan, üç kuşağı aynı üretim mekanizmasına bağlayan bütünlüklü bir sınıfsal mühendisliktir. Kapitalizmin mantığı, Marx’ın işaret ettiği gibi, emek gücünün maliyetini mümkün olan her şekilde düşürmek üzerine kuruludur. Fakat Türkiye’de bu mantık, son yıllarda olağan sınırlarının dışına taşarak daha keskin, daha çıplak ve acımasız bir biçime bürünmüştür.

Çocuğun üretime “eğitim” adıyla dahil edilmesi, gencin sistemli biçimde bekletilmesi ve yaşlının düşük maaş politikalarıyla yeniden çalışmaya zorlanması; birbirinden bağımsız krizler değil, aynı emek sömürüsü çarkının farklı dişlileridir. Her dişli bir diğerini tamamlar: Çocuk emeği yetişkin ücretlerini aşağı çeker, gençliğin bekletilmesi işsizliği bir “baskı aygıtı”na dönüştürür, emeklinin zorunlu çalışması ise ücret pazarlığının son kalıntılarını da ortadan kaldırır.  Üç kuşak aynı anda üretime bağlandığında, kapitalizm için ideal koşullar oluşur: sürekli devrede, sürekli ucuz, sürekli yenilenen bir emek havuzu. Devletin rolü bu noktada “hakemlik” değil, doğrudan tasarımdır.

MESEM’in sigorta yükünü üstlenmesi, emekli maaşlarını denetimli biçimde düşük tutması, gençliği sınav rejimiyle askıda bırakması; bunların hiçbiri tesadüfi kararlar değildir. Hepsi ucuz emek rejiminin maddi temellerini güçlendiren stratejik tercihlerdir. Devlet, Althusser’in tarif ettiği gibi yalnızca zor aygıtlarıyla değil, rıza üretme mekanizmalarıyla da çalışır: Çocuğun çalışması “meslek edinme”, gencin işsizliği “fırsat arayışı”, yaşlının çalışması “aktif yaşam” olarak paketlenir. Bu ideolojik ambalaj, sömürünün ölçeğini görünmez kılar.

Ama rakamlar ideolojik perdeyi, o süslü ambalajı yırtar. Bugün yaklaşık 1,4 milyon çocuk, MESEM ve çıraklık sistemi içinde üretimle doğrudan temas hâlindedir. Buna paralel olarak 3 milyona yakın genç, ne eğitimde ne istihdamda tutularak bekletilen bir gençlik ordusuna dönüştürülmüştür. Aynı tabloda 16,7 milyon emeklinin en az 7–8 milyonu, geçinebilmek için fiilen çalışmak zorunda bırakılmaktadır.

Bu üç kitle aynı yapının üç cephesidir: “çocuk- genç -yaşlı”, kapitalizmin emek maliyetini her yaşta aşağı çektiği zincirin halkalarıdır. Bu zincirin en çarpıcı yönü ise: Her halkada emek daha ucuza gelir, her yaşta pazarlık gücü azalır, her kuşakta sömürü daha derinleşir. Ve böylece ortaya yalnızca ekonomik değil, varoluşsal bir emek rejimi çıkar: Yaşamın hiçbir evresinin güvende olmadığı bir düzen giderek yerleşmiş olur.

NEET Gençlik: Görünmez Basınç Noktası

2008 sonrası kriz momentiyle birlikte kapitalist birikim rejimi, istihdamı düzenleme biçimini köklü biçimde dönüştürdü. Bu dönemde işsizlik, geçici bir sapma ya da konjonktürel bir daralma olarak değil, ücretleri disipline eden ve emeği yeniden hiyerarşik biçimde örgütleyen kalıcı bir yönetim tekniği olarak kurumsallaştırıldı. Sosyal devletin geri çekilişi, kamusal istihdam alanlarının daraltılması ve işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi; “istihdam edemiyoruz” söyleminin yerini fiilen “istihdam etmek istemiyoruz” gerçeğine bıraktığı aşamanın temel bileşenleridir. Bu çerçevede NEET gençlik, üretim dışına itilmiş bir istisna değil; kriz sonrası kapitalizmin, geleceksizliği süreklileştirerek emeğin pazarlık gücünü zayıflatma stratejisinin yapısal bir sonucudur. İşsizlik burada bir başarısızlık göstergesi değil, birikim rejiminin bilinçli olarak ürettiği kalıcı bir statüdür.

Gençliğin bugün aldığı biçim, bu emek rejiminin en sessiz ama en belirleyici halkasını oluşturuyor. Ne eğitimde ne istihdamda tutulan milyonlarca genç, görünürde üretimin dışında; gerçekte ise emeğin bütün yaşlarda nasıl değersizleştirileceğini belirleyen basınç noktasının tam merkezinde duruyor. Bu gençlik henüz MESEM’deki çocuklar gibi ölerek görünür olmadı, emekliler gibi açlıkla yüz yüze gelerek sokağa dökülmedi. Bekleyen genç, konuşmayan genç, henüz kopmamış ama sıkışmış genç; ücretlerin neden bu kadar aşağı çekilebildiğini, emeklilerin neden bu kadar kolay razı edildiğini, çocukların neden bu kadar erken çalıştırılabildiğini açıklayan kilit noktadır.

Bugün üç milyonun üzerinde genç eğitim ve istihdam dışında tutuluyorsa, bu yalnızca bir gençlik sorunu değildir. Bu bekletilme hâli, yetişkin işçiye “yerine geçecek biri var” mesajını fısıldayan sürekli bir tehdit üretir. Aynı tehdit, emekliyi daha düşük ücrete razı eder, MESEM’deki çocuğun koşullarını ağırlaştırır. Gençliğin dışarıda tutulması, içeridekilerin pazarlık gücünü zayıflatır. Bu nedenle NEET gençlik, üç kuşağın da kaderini belirleyen görünmez bir kaldıraç gibi çalışır; sessizdir ama her şeyi aşağı doğru bastırır.

Gençliğin bugün karşı karşıya olduğu bu basınç yalnızca istihdam alanında hissedilmiyor; yaşamın tamamına yayılıyor. Atanamadığı için yıllarca bekleyen öğretmenler, KYK borcu nedeniyle çalıştığı her işte maaşına haciz gelen gençler, genel sağlık sigortası borcu yüzünden hastaneye gidemeyenler, eğitimini yarım bırakmak zorunda kalanlar… Ve bu basıncın en uç noktalarında, bireysel intiharlar yer alıyor. Bunlar birbirinden kopuk trajediler değil; sistemli bir sıkıştırmanın bireyde yarattığı kırılma anlarıdır. NEET gençlik, yalnızca üretimden dışlanmış bir emek rezervi değil; borçlandırılmış, güvencesizleştirilmiş ve yaşamla bağı zayıflatılmış bir kuşaktır. Bu nedenle yaşanan her “bireysel çöküş”, aslında kolektif bir basıncın izini taşır.

Türkiye ekonomisinin kimler tarafından ayakta tutulduğuna bakıldığında, ortaya çıkan tablo resmi büyüme söylemlerinin çok ötesindedir. Yaklaşık 85 milyonluk bir nüfus içinde, emek rejiminin ağırlığı üç kuşakta yoğunlaşmaktadır. Emekli ve hak sahibi sayısı 16 milyonu aşmış durumdadır; bu kitlenin en az 2 milyonu resmî olarak çalışmakta, fiilen çalışan emekli sayısı ise 7–8 milyona ulaşmaktadır. Başka bir ifadeyle, her iki emekliden biri yeniden çalışma hayatının içindedir. Emekliler bu haliyle, Türkiye ekonomisinin en görünmez ama en büyük zorunlu ek işgücü havuzunu oluşturmaktadır.

Genç nüfusa bakıldığında benzer bir tablo ortaya çıkar. 15–29 yaş grubunda yaklaşık 3 milyon genç ne eğitimde ne istihdamda tutulmaktadır. Bu, her üç gençten birinin sistemin dışında bekletildiği anlamına gelir. Genç işsizliği gerçek hayatta %30 -35 düzeyine dayanmışken, bu gençlik kitlesi üretime katılmadığı ölçüde ücretleri aşağı çeken bir rezerv güç işlevi görmektedir. Gençler, ekonominin ihtiyaç duyduğu anda devreye sokulmak üzere elde tutulan en geniş yedek orduyu oluşturmaktadır.

Çocuk emeği ise bu zincirin en erken ve en acımasız halkasıdır. Yaklaşık 390 bin MESEM öğrencisi ve çıraklık sistemiyle birlikte üretimle temas eden çocuk sayısı 1 milyona yaklaşmaktadır. 2013–2024 yılları arasında en az 713 çocuk iş cinayetinde yaşamını yitirmiş, bunların bir bölümü MESEM kapsamında çalıştırılan çocuklardan oluşmuştur. Çocuk emeği, yalnızca bireysel trajediler değil; yetişkin işçilerin ücret seviyesini aşağı çeken en sert basınç mekanizmalarından biridir.

Bu tabloya genel güvencesiz emek eklendiğinde, resim daha da netleşir. Türkiye’de toplam 32,6 milyonluk istihdamın yaklaşık %27’si kayıt dışıdır; bu da 8–9 milyon kişinin sigortasız, güvencesiz biçimde çalıştığını göstermektedir. Çalışan emekliler, bekletilen gençler, erken işçileştirilen çocuklar ve kayıt dışı emekçiler birlikte düşünüldüğünde, yaklaşık 20 milyon kişilik bir nüfusun yani ülke nüfusunun dörtte birinin sistemin ürettiği ucuz, güvencesiz ve yedek işgücü havuzunu oluşturduğu görülmektedir.

Bir avuç sermayedar ekonomiyi ayakta tutuyormuş gibi görünse de gerçekte sistem tam da onların istediği biçimde işlemektedir. Ekonomi, üretimden çok sömürü üzerinden ilerlemekte; kadın, çocuk, genç ve emekli emeği aynı anda sömürerek ayakta tutulmaktadır. Vahşi kapitalizmin cazibesi tam da burada yatar: Ucuz emek mümkün olduğu sürece, hiçbir sınır durdurucu olmaz.

Bu sömürünün bazı yüzleri görünürdür. Emeklilerde ölüm, açlık ve yoksulluk göz önündedir; MESEM’lerde çocuk ölümleri, iş cinayetleri ve açık ihlaller vardır. Ama gençlikte, özellikle prekaryaya itilmiş NEET kuşağında sömürü daha sessiz, daha parçalı ve bireysel biçimler alır: borçla kuşatılmış hayatlar, sağlık hizmetinden mahrumiyet, yarım bırakılan eğitimler, atanamayan meslekler ve kimi zaman görünmez kılınan intiharlar. Görünür olanla görünmez olan arasındaki fark, sömürünün yokluğu değil; yalnızca biçimidir.

Neoliberal düzen, kendisini çoğu zaman “piyasa zorunluluğu”, “rekabet” ve “verimlilik” gibi kavramların arkasına saklar. Ancak bugün Türkiye’de yaşananlar, bu söylemlerin açıklayıcı değil, örtücü bir işleve sahip olduğunu gösteriyor.

Eğitimden sosyal güvenliğe, sağlıktan istihdama kadar her alan, kamusal bir hak olmaktan çıkarılarak maliyet hesabının parçası hâline getirilmiş durumda. MESEM bunun eğitim alanındaki adı; emeklilerin yeniden çalışmaya zorlanması sosyal güvenlikteki karşılığı; NEET gençlik ise bu rejimin geleceğe dönük sigortasıdır. Bütün bu başlıklar, emeği korumayı değil ucuzlatmayı, yaşamı güvence altına almayı değil piyasanın insafına bırakmayı tercih eden tek bir neoliberal aklın ürünüdür.

Bu sistemde sorun “yetersiz kaynak” değildir; kaynaklar bilinçli biçimde sermayeye aktarılırken, emekçilerin yaşamı tasarruf kalemine dönüştürülmektedir. Çocuklar erken yaşta üretime sokulur, gençler bekletilerek güvencesizliğe alıştırılır, emekliler ise sosyal devletin çekilmesiyle yeniden çalışmaya zorlanır. Böylece neoliberalizm, emeğin her evresini ayrı ayrı değil, bir bütün olarak yönetir. Görünürde parçalı olan uygulamalar, gerçekte tek bir sınıfsal aklın ürünüdür.

Bu nedenle yaşananlar ne “talihsizlik”, ne “uygulama hatası”, ne de “kaçınılmaz piyasa sonucu”dur. Bu, emeğin sistemli biçimde değersizleştirildiği, kamusal olanın tasfiye edildiği ve yaşamın piyasa ilişkilerine tabi kılındığı bir rejimin normal işleyişidir. Vahşi kapitalizmin cazibesine karşı koyulamıyor gibi görünmesinin nedeni de budur: çünkü neoliberalizm, bu vahşeti istisna değil, kural hâline getirmiştir.

Ancak aynı tablo başka bir gerçeği de açığa çıkarır. Çocuk, genç ve emeklinin aynı anda sıkıştırıldığı bir düzende, bu üçlü yalnızca sömürünün nesnesi değildir; aynı zamanda bu düzenin kırılgan noktasıdır. Neoliberal sistem, emeği parçalayıp yalnızlaştırarak ayakta durur. Bu parçalanmışlık ortadan kalktığında, görünmez bağlar görünür hâle geldiğinde, bugün “kaçınılmaz” gibi sunulan düzenin aslında ne kadar zoraki olduğu da ortaya çıkar.

NEET gençlik tam da bu noktada belirleyicidir. Bu kitle, henüz harekete geçmediği hâlde, bütün düzenin ayakta kalmasını sağlar. Ama aynı nedenle, harekete geçtiğinde yalnızca kendi sorununu değil, üç kuşağın ortak sıkışmışlığını görünür kılacak potansiyele sahiptir. Bekletilen gençlik, erken işçileştirilen çocukla ve geçinemediği için yeniden çalışan emekliyle aynı anda konuşmaya başladığında, bu düzenin sürdürülebilirliği ciddi biçimde sarsılır.

İşte tam bu nedenle mesele, yalnızca çocuk işçiliği ya da emekli yoksulluğu ya da genç işsizliği değildir. Mesele, bu üç parçanın aynı emek rejiminin içinde birbirini nasıl baskıladığı ve nasıl birbirini güçsüz bıraktığıdır. Bu yazı, tam da bu nedenle bir teşhir ve hatırlatmadır. Neoliberalizm emeği tek tek ezerek ilerler; ancak emek, ancak birlikte düşünüldüğünde ve birlikte hareket ettiğinde bu ilerleyiş durdurulabilir. Mesele yalnızca vahşi kapitalizmin ne kadar acımasız olduğu değildir; bu acımasızlığın hangi toplumsal bedeller üzerinden mümkün kılındığı ve hangi ortaklıklarla aşılabileceğidir.

Kapitalizm için yaş bir sınır değildir. Bir dönem kadın emeği ucuzdu; ardından çocuk emeği “eğitim” etiketiyle meşrulaştırıldı. Bugün ise emekli emeği, yoksulluk ve çaresizlik üzerinden yeniden üretim sürecine sürülmektedir. Çocuk düşük maliyetlidir, genç esnek ve güvencesizdir, emekli ise pazarlık yapamayacak kadar kırılgandır. Karl Marx’ın “yedek sanayi ordusu” olarak tanımladığı mekanizma, Türkiye’de bugün üç katmanlı bir yapıya dönüşmüştür: erken işçileştirilen çocuklar, bekletilen ve güvencesizleştirilen gençler, düşük maaşlarla yeniden çalışmaya zorlanan emekliler. Bu katmanların ortak özelliği, ücret pazarlığı yapamayacak kadar sıkıştırılmış olmalarıdır. Devlet bu sürecin dışında değildir; Louis Althusser’in işaret ettiği gibi yalnızca zor aygıtlarıyla değil, bu emek biçimlerini “doğal”, “kaçınılmaz” ve “toplumsal fayda” olarak sunan ideolojik aygıtlarıyla da rıza üretir.

Türkiye ekonomisi tam da bu nedenle, üç kuşağın aynı anda sömürülmesiyle ayakta tutulmaktadır. Çocuk emeği ucuzlatılarak, gençlik esnek ve bekletilmiş bir rezerv hâline getirilerek, emekliler ise çaresizlik üzerinden yeniden çalışmaya zorlanarak… Büyüme rakamlarının, ihracat başarılarının ve istikrar söylemlerinin ardında duran gerçek, bu üçlü sömürü mimarisidir.

Bugün Türkiye’de sorun yalnızca düşük ücretler değil; çocukluğun, gençliğin ve yaşlılığın aynı anda elinden alınmasıdır. Bu nedenle mesele ekonomi değil, doğrudan yaşam hakkıdır. Yaşamın hiçbir evresi güvende değilse, ortada bir kriz değil, ezici bir rejim vardır.

NEET (Not in Education, Employment or Training), ne eğitimde ne istihdamda ne de mesleki eğitim sürecinde yer alan genç nüfusu tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Türkiye’de bu kavram son yıllarda “ev genci” ifadesiyle yaygınlaşmış olsa da yazı boyunca NEET terimi, işsizliğin ötesinde, bekletilen ve güvencesizleştirilen gençliği tanımlamak üzere politik bir çerçevede kullanılmaktadır.