Devlet bazen yol yapar, bazen köprü. Bazen fabrika kurar, bazen kamusal varlığı piyasa değerinin altında elden çıkarır. Aynı devlet, bütün bu maddi faaliyetlerin yanında, kanunlar da yapar; sözünü hukuk diliyle söyler. Asıl mesele tam da burada başlar. Zira devlet, yurttaşına her zaman dürüst davranmaz; hukuk, çoğu zaman açıklayıcı değil, örtücüdür. Konulan bir yasanın hangi toplumsal ihtiyaca karşılık geldiği, hangi siyasal amacı gizlediği ya da kime karşı yöneltildiği, yurttaş açısından ilk bakışta görülebilir olmayabilir.
Ne var ki, yasalar eşildiğinde ya da üzerinden zaman geçtiğinde, altından bambaşka gerçeklikler çıkar. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından hayatımıza sokulan YÖK, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu ve benzeri düzenlemeler, hukukun nasıl sistematik biçimde siyasal itaat üretme aracı haline getirildiğinin açık örnekleridir. Tarih birçok yasa ve kuralın neden iktidarlar tarafından önümüze konduğunu bize sürekli hatırlatır.
Bazen ise durum daha aşikardır. Tarihimizdeki eski yaralara dönmeden bunu anlamak mümkündür. Örneğin AKP’nin birkaç ay önce medyaya ‘sızdırdığı’ 11. Yargı Paketi’nin ilk taslağında var olan fakat meclise sunulan öneride geri çekilen LGBTİ+’ları ve suça sürüklenen çocukları hedef alan maddeler böyledir. Burada da hukuk, koruyucu değil; açıkça cezalandırıcı, dışlayıcı ve sindiricidir. İktidarın hangi toplumsal kesimlere karşı siyasal ve ideolojik bir savaş yürüttüğü, artık yoruma muhtaç değildir.
Ancak üçüncü ve inkâr edilemez bir gerçeklik daha vardır: devrimciler konuşur. Ülke ve dünya tarihi göstermiştir ki, her baskı rejiminde, her otoriter hukuk hamlesinde, iktidarın sessizliği dayattığı her anda devrimciler sözü üstlenmiştir. Sokaklarda, parklarda, meclis kürsülerinde, üniversite amfilerinde, işyerlerinde; kısacası sözün ulaşabildiği her alanda bu düzenlemelerin gerçek işlevini teşhir etmişlerdir. Bugün de manzara değişmiş değildir. Hukuk eliyle örülen bu kuşatmaya karşı devrimciler yine aynı tarihsel yerde durmakta; hukukun iktidarın sopasına, adaletin bir yönetim tekniğine indirgendiği her anı ifşa etmeyi sürdürmektedir. Bugün de devrimciler, tam olarak bu nedenle, aynı amaçla konuşmaktadır.
Gelelim bugünün meselesine. 11. Yargı Paketi olarak adlandırılan bu garabet kanun paketi, her ne kadar LGBTİ+’ları ve suça sürüklenen çocukları doğrudan hedef alan kimi maddeler, artan toplumsal tepki nedeniyle geri döndürülmek üzere paketten çıkarılmış olsa da, yurttaşları başka ve daha yaygın bir hukuksuzluk rejimiyle baş başa bırakmaktadır.
Henüz daha gerekçe bölümünde dahi, kimin için ve kime karşı hukuku benimsediği söylemeden anlatan bu paket; “kamu düzeni”, “istikrar” ve benzeri otoriter meşruiyet kavramlarına yaslanarak, 2002’den bu yana inşa edilen siyasal rejimin başarı hikâyesini anlatmakla işe koyulmaktadır. Hukuk, burada norm koyan bir araç olmaktan çıkmakta; iktidarın kendi pratiğini aklayan bir propaganda metnine indirgenmektedir.
“Türkiye Yüzyılı” adı verilen siyasal program, yalnızca paketin gerekçesine değil, bütününe sirayet etmiş durumdadır. Bu ideolojik çerçeve, hukuki düzenlemeleri teknik metinler olmaktan çıkarıp kültürel ve siyasal bir hegemonya aracına dönüştürmektedir. Böylece paket, toplumun tamamı için değilse bile, en azından iktidarın kendi mahallesi açısından bir meşruiyet zemini üretmektedir.
Unutmamak gerekir; reform, yargı bağımsızlığının fiilen ve tamamen ortadan kalktığı bir rejimde yalnızca meşruiyet üretme aracıdır. Bu koşullarda yapılan her yargı reformu, adaletin tesisi için değil, yalnızca hukuksuzluğun sürekliliğini sağlamak ve ona rıza üretmek için vardır.
Gerekçe üzerinden devam etmek gerekir. 11. Yargı Paketi’nin gerekçesinde, cezaların artırılması yönünde özel ve ısrarlı bir emek sarf edildiği açıktır. Oysa suç oranlarındaki artışın ekonomik, sınıfsal ve sosyolojik nedenleri göz ardı edilerek cezaların ağırlaştırılmasının, suçla mücadelede herhangi bir işlev görmediği; aksine suç oranlarını daha da yükselttiği tarihsel ve bilimsel olarak defalarca kanıtlanmıştır. Sorunun kaynağını değil, sonucunu hedef alan bu yaklaşım, bir cehaletin değil; bilinçli ve siyasal bir tercihin ürünüdür. İktidar, cezaları artırarak toplumsal huzura ulaşamayacağını bilmektedir. Nitekim tarih bize göstermiştir ki, siyasal meşruiyet krizi yaşayan rejimlerde ceza artışı, adaletin değil; baskının ikamesidir. Devlet, yerine getirmediği kamusal sorumluluğu ceza yoluyla örtmekte; kendi yarattığı toplumsal koşulların bedelini bir kez daha emekçi yoksullara ödetmektedir.
Meselenin düzgün, tutarlı ve adil bir ceza hukuku pratiği oluşturmak olmadığı, Paket’in 27. maddesinde en çıplak haliyle görülmektedir. 6 Şubat Depremi’nde on binlerce insanın ölümüne ve yaralanmasına neden olan müteahhitler, yapı denetim firmaları, fenni mesuller ve kamu görevlileri, bu maddeyle birlikte daha lehe bir infaz rejiminden yararlanabilecektir. Daha kısa sürede kapalı cezaevinden çıkma, erken açık cezaevi ve ardından denetimli serbestlik yoluyla fiilen cezasızlığa yaklaşan bir infaz sistemi kurulurken; depremde yakınlarını kaybeden, yaşamları geri dönülmez biçimde parçalanan binlerce yurttaş için adalet bir kez daha ertelenmektedir.
Ajitasyon bir yana bırakıldığında dahi hatırlatılması gereken temel gerçek şudur: Deprem, yalnızca doğal bir afet değildir; aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir suçtur. Bu suçun failleri; imar aflarıyla hukuku askıya alanlar, denetimi bilinçli biçimde ortadan kaldıranlar, rant ilişkilerini kamu güvenliğinin önüne koyanlar ve bu düzeni siyasal koruma altına alanlardır. Özetle sorumluluk, sermaye ile devlette ve aynı zamanda bu iki figürün arasındaki yapısal ittifaktadır. Paket’in 27. maddesi, bu suç ortaklığını yargılamak yerine, deprem faillerini neredeyse ödüllendiren bir düzenleme niteliği taşımaktadır. Dahası, gerekçede bu meseleye ilişkin bırakılan bilinçli boşluk, açık bir siyasi tercihin ifadesidir; sessizlik burada bir eksiklik değil, iradedir.
Her ne kadar AKP ve MHP grubu bu düzenlemeye karşı bir önerge sunacaklarını ve deprem suçlularının bu madde kapsamı dışında bırakılacağını açıklamış olsa dahi TCK’da “deprem suçu” başlığı altında ayrı bir suç tanımı bulunmamaktadır. Taksirle (bir işi eksik yaparak, kusurda bulunarak, kusur işleyerek) öldürme kapsamına giren bu meselenin diğer taksirle öldürme eylemlerinden ayrı bir şekilde değerlendirilmesi hukuken mümkün olmamakla birlikte kamuoyunun yükselttiği seslere karşı duramayan Saray Rejimi iradesinin Paket’i hazırlarken bundan bihaber olma ihtimali de yoktur.
Maddelere geçmeden önce gerekçe üzerinde biraz daha durmak zorunludur. Zira “toplumsal infial” kavramı artık açık ve net bir biçimde pratik hukuk düzenimizin merkezindedir. Paket’in gerekçesinde de bu ifade, doğrudan cezalandırmanın ölçütlerinden biri haline getirilmiştir. Oysa muğlak ve öznel bu kavram, hukuki belirlilik ilkesini açıkça ihlal etmektedir. Yakın gelecekte karşılaşacağımız sorunların önemli bir kaynağının da bu kavram olacağı açıktır. Zira fiilen pratiğe sokulan “önce alalım, sonra suç buluruz” anlayışı, artık yalnızca kolluk veya yargı pratiği değil; yasa gerekçesi haline getirilmiştir. Bu düzen içinde, dört duvar arasında suçsuz ama cezalı bir yurttaş kitlesinin oluşacağı bilinmelidir. İktidarın kimi, ne zaman ve hangi gerekçeyle özgürlüğünden yoksun bırakacağı bütünüyle keyfiliğe terk edilmektedir.
Bu noktada, keyfileştirilen bir başka alan daha açılmaktadır: savunma hakkı. Örneğin “toplumsal infial” gerekçesiyle gözaltına alınan ya da tutuklanan bir yurttaşın, etkili bir savunmaya erişimi de artık güvence altında değildir. Zira “avukatlık onur ve unvanına”, “savunma hakkının kutsallığına” veya “özen ve doğruluk yükümlülüğüne aykırı davranmak” gibi son derece geniş ve yoruma açık ifadelerle, muhalif bir avukatın dosyadan fiilen uzaklaştırılması mümkündür. Savunma hakkının bu şekilde zayıflatıldığı bir düzende, avukatın müvekkilinin yanında durması dahi disiplin tehdidi altına alınmaktadır. Uzun ve ayrıntılı fiil listeleri, hukuki güvence değil; disiplinci denetimin genişlemesidir. Devletin “hassasiyetleri” korunurken, savunma makamı nefessiz bırakılmakta; avukatlık mesleği, müvekkilini savunamaz hale getirilmektedir.
Paket’in 21. maddesiyle getirilen yeni suç tipine de değinmek gerekir. “Ulaşım araçlarının hareketinin engellenmesi” artık bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla yaptırıma bağlanmaktadır. Görünürde trafik güvenliğini sağlama iddiası taşıyan bu düzenleme, gerekçesindeki hukuki oyalamalar bir kenara bırakıldığında, fiilen toplantı ve gösteri yürüyüşlerini hedef almaktadır. Zira “hukuka aykırı bir davranışla kara ulaşım aracının hareketini engellemek” gibi muğlak bir tanım, 2911 sayılı Kanun’un yıllardır kolluk eliyle nasıl uygulandığıyla ve her toplantı, yürüyüş ve eylemde kolluğun ilk cümlesi olan “Eyleminiz hukuksuzdur” ikazı ile birlikte düşünüldüğünde sokakta eylem yapan yurttaşlar açısından açık bir tehdit oluşturmaktadır. İktidarın artan saldırganlığı göz önüne alındığında, bu maddenin eylemcilere karşı kullanılmayacağını varsaymak için hiçbir hukuki ya da siyasal neden bulunmamaktadır. Nitekim Paket’in bütünü, tam da bu nedenle, bilinçli olarak muğlak ifadelerle örülmüş; her alanda ve her muhalif kesime karşı kullanılabilecek bir baskı metni olarak kurgulanmıştır.
Hazır iktidarın arka plandaki amaçlarına dair bu denli derinleşmişken, 11. Yargı Paketi’nin 32. maddesini ayrıca ve özellikle ele almak gerekmektedir. Zira bu madde, paketin sansür mimarisini en çıplak haliyle açığa vurmaktadır. İktidar, görünürde Anayasa Mahkemesi kararlarına uyum sağlama iradesi gösterdiğini iddia etmekte; kişilik haklarının ihlali gerekçesiyle internette yer alan içeriklere ilişkin olarak içeriğin çıkarılması, erişimin engellenmesi ve arama motorlarında görünmez kılma kararlarının usulünü “haklara uygun” biçimde düzenlediğini ileri sürmektedir.
Ne var ki, daha önceki örneklerde olduğu gibi, burada da mesele anlatılandan bütünüyle farklıdır. Maddenin merkezine yerleştirilen “ayrıntılı bir inceleme yapılmasına gerek olmaksızın, ihlalin ilk bakışta anlaşılabildiği hâller” ifadesi, hukuki belirlilikten tamamen yoksundur. Nesnel ölçütü olmayan, sınırları çizilmemiş bu muğlaklık sayesinde; iktidarın hoşuna gitmeyen herhangi bir haber, ifşa, eleştiri ya da yayın, artık saniyeler içinde internetten silinebilecektir. Üstelik bu silme işlemi, yargılamanın en problemli alanlarından biri olan sulh ceza hâkimlikleri eliyle yürütülecek; kararlar 24 saat içinde, duruşma yapılmaksızın ve karşı taraf dinlenmeden verilebilecektir. Bu yapı, Anayasa Mahkemesi ve AİHM içtihatlarında defalarca eleştirilen; “kapalı devre”, “tek hâkimli” ve etkili başvuru yolundan yoksun sansür modelinin aynen korunması anlamına gelmektedir.
Dahası, burada söz konusu olan sıradan bir erişim engeli dahi değildir. 32. maddeyle birlikte, hâkim kararıyla bir kişinin adının belirli internet adresleriyle ilişkilendirilmemesine karar verilebilecektir. Bu kararın Google ve benzeri arama motorlarına bildirilmesiyle birlikte içerik teknik olarak varlığını sürdürse bile, fiilen kamusal dolaşımdan çıkarılacak; başka bir deyişle, hafızadan silinecektir. Üstelik maddede yer alan “başka internet adreslerinde de yayınlanması durumunda…” ibaresinin son derece muğlak oluşu, iktidara bu kararların otomatik ve sınırsız biçimde genişletilmesi imkânını kendiliğinden tanımaktadır. Böylece sansür, istisnai bir tedbir olmaktan çıkmakta; doğası gereği yaygınlaştırılabilir, çoğaltılabilir ve kalıcı bir yönetim tekniğine dönüşmektedir. Ve sanırım sansürün doğuştan yaygınlaştırılabilir oluşunun iktidarın birçok sorununa çözüm bulacağı yine aşikardır.
Bu yönüyle 32. madde, yalnızca ifade özgürlüğünü değil; toplumsal hafızayı da hedef almaktadır. Erişim engeli yerine daha hızlı, daha sessiz ve daha az görünür bir sansür rejimi kurumsallaştırılmakta; özellikle kamu gücü sahiplerini ve sermaye çevrelerini eleştiriden koruyan, buna karşılık toplumu sistematik biçimde belleksizleştiren bir hukuki düzenleme hayata geçirilmektedir. İktidarın arzu ettiği “istikrar”, tam da bu sessizlik ve unutma rejimi üzerinden inşa edilmektedir.
Günün sonunda çok kısa bir çözümleme yapmak gerekirse; 11. Yargı Paketi, her cümlesinde satır aralarından sızan otoriterleşme ve yozlaşma amacını artık yeterince gizleyememektedir. Ya da iktidar, bu amacı gizleme ihtiyacı duymayacak ölçüde kendisini güvende hissetmektedir. Zira açıktır ki bu paket, bir “reform” metni ya da münferit yasal düzenlemeler bütünü değil; hukukun, yürütme erkinin güncel siyasal ihtiyaçlarına göre yeniden kurgulandığı bütünlüklü bir baskı mimarisidir.
Paket kapsamında deprem suçlularına tanınan infaz kolaylıkları, ceza hukukunun kim için ve kime karşı işletildiğini tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. Aynı devlet, emekçi yoksullara ve muhaliflere yönelik ceza rejimini ağırlaştırırken; kitlesel ölümlerin sorumlularını sistematik biçimde korumaktadır. Bu tercih hukuki değil; açıkça sınıfsal ve siyasal bir tercihtir.
Ortaya çıkan tablo nettir: 11. Yargı Paketi, adaleti tesis etmek amacıyla değil; iktidarın derinleşen siyasal meşruiyet krizini yönetmek üzere hazırlanmıştır. Başka bir ifadeyle, yargı bağımsızlığının fiilen ortadan kalktığı bir rejimde çıkarılan her “reform paketi” gibi 11. Yargı Paketi de hukuk düzeninin iyileştirilmesini değil; hukuksuzluğun yeni bir aşamasını temsil etmektedir.
Her ne kadar bu yazıda paketin genel çerçevesi çizilmiş ve yalnızca bazı maddeleri özel olarak ele alınabilmiş olsa da 11. Yargı Paketi’nin gerekçesinde iddia edilenden çok daha kapsamlı bir anlam taşıdığı, her bir maddesinden ve madde gerekçesinden açıkça okunabilmektedir. Bu paket, hukuku adaletin değil; iktidarın aracı haline getiren bilinçli bir siyasal tercihin ürünüdür.




