Yargısal Zorbalığa Karşı Meşruluk Savunusu

Özgür Urfa1 Ağustos 2025

Bir üst yapı kurumu olan hukuk, üretim ve bölüşüm ilişkileri ile birlikte siyasal ve toplumsal yaşama ilişkin kuralları da düzenler. Yargı mekanizması da bu kuralların denetleyicisi ve yaptırım gücü olarak işlev görür. Düzenin önemli meşruluk kaynaklarından biri olan hukuk dünyasında yaşananları yeniden tanımlamak ve anlamlandırmakta başka bir evreye geçtiğimiz tartışmasız.

Ülkemiz hukukunun işleyişindeki değişim ve farklılaşmanın temel nedeni siyasi iktidarın inşa etmeye çalıştığı yeni rejimin karakteri ve ruhuyla doğrudan bağlantılı. Emek düşmanı, gerici ve otoriter bir siyasal rejimin yeniden yapılandırılması sürecinde demokratik hak ve kazanımların teker teker yok edilmesi geçiş dönemi sancılarıyla izah edilemeyecek nitelikte. Tıpkı yargının içinde bulunduğu durumun sadece bazı hakim ve savcıların kötü niyeti ya da hukuk tanımazlıklarına indirgenemeyeceği gibi.

Yargının bugünkü pozisyon ve işlevinin de bu bütünlüğün içerisinde ele alınması zorunlu hale geliyor. Otoriterleşen bir siyasal yapının gereği, ihtiyacı ve sonucu olarak yargı mekanizması da meşruluğunu gün geçtikçe yitiren iktidarın korunması ve sürdürebilirliği için hukuksal alanı terk ederek siyasal alanda hareket etmeyi tercih ediyor. Siyasal alana yerleşerek hukuksal alandan uzaklaşan yargı, bunun doğal sonucu olarak hukuksal kuralları değil elindeki zor gücünü daha fazla kullanıyor.

Zor gücünün yaşantımıza dönük doğrudan sonuçları ise gitgide kalıcılaşmaya başlıyor. Günlük rutinimiz sabah uyanınca sosyal medyaya bakıp “acaba bu sabah kimleri gözaltına aldılar ya da gece kimler tutuklandı” diye bakmak oldu, tabi sabaha karşı kapısı çalınan biz olmadıysak. Artık kapımızın çalınması için ne söylediğimizin ya da ne yaptığımızın hiçbir önemi de bulunmuyor. Eğer muhalifseniz ve birileri tutuklanmanıza karar verdiyse katalogdan uygun bir “suç” seçilip önce yandaş basın veya sosyal medyayla hedef gösteriliyor, ardından da  gözaltına alınıp tutuklanıyorsunuz.

Tutuklanmanın ardından, baş aşağı çevrilen karanlığın hukukunda artık onlar suçluluğunuzu ispatlamakla uğraşmadıkları gibi sizin kendi suçsuzluğunuzu ispatlamanızı bekliyorlar. Sonrasında ise olmayan bir şeyin olmadığını ispatlamak gibi mistik bir çabaya girmeniz ve sosyal medyadan kamuoyu oluşturamamanız gerekli, ki aksi halde içeride kalma süreniz uzadıkça uzuyor. Yaşattıkları bu örgütlü kötülüğün kitlesel tanıkları olarak emniyet, adliye ve cezaevi üçgeni hepimiz için içerisinde olağan şüpheli olarak veya kapısında potansiyel şüpheliler olarak dostlarını beklediğimiz mekanlara dönüşüyor.

Önüne gelen herkesi tutuklayarak korku iklimi yaratma amacı güdenler gözaltına alınma ve tutuklanma olgularını normalleştirdiklerinin pek farkında değil gibiler. Bu normalleşme korku duvarlarının yıkılması açısından önemli ancak kabulleniş bakımından ise tehlikeler barındırmakta. İçinden geçtiğimiz dönemin toplumsal refleksi de bu ikisi arasında salınım halinde.

Elbette bugünlere de bir anda gelmedik. Sıralamakla bitmeyecek adaletsizlikler her geçen gün artarak devam etti. Geçtiğimiz sürecin iki önemli dönüm noktası vardı. Birincisi Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala ile ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmamasıyla eşiğin aşılması, ikincisi ise Can Atalay ile ilgili üç ayrı Anayasa Mahkemesi (AYM) ihlal kararının uygulanmamasıyla boyut atlanmasıydı. Her iki süreçte de toplumsal muhalefet olarak ortak bir tutum ve kitlesel tepkiler geliştiremeyerek iktidarın yeni aşamaya geçmesinin önüne barikat kuramadık.

Anayasanın fiilen askıya alındığı bu dönemde el yükselten iktidar, siyasi ajandasını yargısal operasyonlarla hayata geçirme konusunda tarihin en cesur hamlelerine girişti. Muhalif olmanın bizatihi kendisi “suç” haline getirilerek her türlü itirazın kriminalize edilmesine hız verildi. Döneme damga vuran süreklileşmiş siyasal soruşturma ve davalarla toplumu sindirme çabasının adını “yargısal zorbalık” olarak nitelememiz mümkün. İktidarın bu zorba ve keyfi cesaretine karşı adalet talebini örgütlü hale getirerek askıda demokrasi uygulamaları karşısında emek eksenli bir demokratikleşme mücadelesi vermek önümüzdeki dönemde önemli görev ve sorumluluklarımızdan olacak.

Yürütülen siyasal operasyonlarda yargıyı araçsallaştırmanın asli amacı keyfi ve kitlesel tutuklamalara meşruluk sağlama çabasının ürünü. İktidarın söz konusu hamleler için hukuksal bir dayanak ve düzleme ihtiyaç duymaksızın sadece zor gücüyle hareket etmesi de meşruluk yitiminin yansıması.  Meşruluğunu her fırsatta sandıktan aldığını dile getiren iktidar seçme ve seçilme hakkını gasp etmeye soyunduğu ölçüde meşruiyetini yitirmekte, yitirdikçe de meşruluk arayışı yerini zor kullanmaya bırakmakta. İktidarın zor gücüyle yaşattığı adaletsizlikler “hukuksuzluk” olarak tanımlanma sınırını çoktan aşmış olup inşa edilen rejimin karakteri ve hukuku haline gelmiş durumda. Bunları geçici bir sertlik döneminin ihtiyacı olarak değerlendirmek de mümkün olmayıp, aksine yerleşik kılınmaya çalışılan hukuk düzeninin “olağan” pratikleri olarak görmek gerekliliği önümüzdeki dönem verilecek mücadele açısından önem arz ediyor.

Söz konusu haksızlıklar karşısında kurulacak savunma eksenini salt hukuksal bir düzlemde ve bununla sınırlı tutmanın anlamsızlığı da her geçen gün kendisini fazlasıyla hissettiriyor. İktidarın bir kez daha uygulamalı olarak gösterdiği “siyaset hukuku belirler” ilkesinin sonucu olarak “hukuksuzluğu” da ancak siyaset yenebilir, çünkü siyasette asıl olan yargısal/hukuksal güç değil toplumsal meşruiyettir. Bu nedenle yargısal zorbalığa karşı yapılacak savunmanın merkezinde salt hukuksal düzenlemeler değil toplumsal meşruluk çizgisi de yer almalıdır. Yer almalıdır, çünkü meşruluk yasallığın ötesinde bir güce sahip olup, hatta onu da değişken kılan bir kuvvettir. “Adalet mülkün temeli” ise meşruluk da savunmanın temelindeki yerini bir an önce edinmeli.