Son dönemlerde Türkiye İşçi Partisi’nin öncülüğünü yaptığı, okullarda sağlıklı ve ücretsiz bir öğün yemek için bütçenin yalnızca %1,5’inin yeteceğine dair kampanya akıllara şu soruyu getiriyor: “Yemesem ölür müyüm?” Bu yazıda bu soruyu yüzleştirici bir başlangıç noktası olarak ele alacak ve meseleyi birkaç farklı perspektiften tartışacağız.
Kapitalizmin, neoliberal politikaların ve özelleştirmenin yarattığı en ciddi sorunlardan biri, insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli en temel ihtiyaçların dahi ulaşılabilir olmaktan uzaklaşmasıdır. Kâr maksimizasyonunu insan yaşamının önüne koyan kapitalist düzen, eşitsizlikleri derinleştirirken üretim araçlarının sahipleriyle bu üretimi emekleriyle var eden işçiler arasındaki bağı da tamamen metalaştırmıştır. Patron kârı öncelediğinde, insan sağlığı ve temel ihtiyaçlar dahi alınıp satılabilir bir ürüne dönüşür. Barınma, sağlık, beslenme ve su gibi insanın temel ihtiyacı olan hizmetleri artık kârı maksimize edecek bir gelir kapısı olarak gördükleri zaman, bu ihtiyaçlar giderilmesi gereken temel ihtiyaç olmaktansa, satılıp zengin olunacak bir ürüne dönüşür. Konuşma dilinde bile “sağlık sektörü” ifadesinin kullanılmasından şiddetle imtina edilmesi gerekirken, hastaneler “özelleştirilirse hastane kalitesi artar” argümanı ile sağlık, halkın hizmetinden koparılıp hastane sahiplerinin, patronların kesesini dolduracak bir araca dönüşüyor.
Böylece yavaş yavaş artık temel ihtiyaçlara ulaşım yalnızca belirli bir zümreye ait bir ayrıcalık haline gelmektedir. Bu durum yalnızca sağlık için geçerli değildir. Barınma problemi de gözle görülür bir kriz haline gelmeye başlamıştır. ABD’de yaklaşık 800.000 evsiz olduğu kayıtlara geçmiştir. Bu sayı evi olmayan ve başka bir yerde geçici olarak konaklayan insanları kapsamıyor, doğrudan evsiz olan ve sokaklarda yaşayan insanların sayıdır. Benzer şekilde kapitalist eşitsiz bölüşümün sonucu olarak dünyada “her gün 25.000 insan açlıktan veya açlığa bağlı sebeplerden ölüyor” — bu yılda 9,1 milyon insan demektir (Holmes, 2008).
Bugün dünya üzerinde yaklaşık 850 milyon insan yetersiz besleniyor. Yani ortalama bir insanın hayatta kalabilmek için alması gereken 1500 kalori enerjiye erişemeyen 1 milyar insana yakın bir kitle var. Bu korkunç veriyi basit bir hesapla açıklamak mümkün:
* Bir porsiyon makarna ≈ 300 kalori
* Bir çikolatalı gofret ≈ 200 kalori
* Bir dilim ekmek ≈ 100 kalori
Dünya üzerinde 850 milyon insan, bir gün boyunca 1 dilim ekmek + 1 porsiyon makarna + 1 gofretten oluşan yaklaşık 600 kalorilik en temel besin kaynaklarını bile üç öğün tüketemiyor. Buna ek olarak 1,2 milyar insan da artan gıda fiyatlarına karşı tamamen savunmasız durumda.
Kapitalizmin en büyük günahlarından biri, kârı merkeze aldığı için üretimi mümkün olduğunca ucuz ve mümkün olduğunca arttırmaya çalışmasıdır. Böylece devasa bir üretim fazlası ortaya çıkar. Bu durum, kapitalist hedeflerle hareket eden restoran sektöründe de gerçekleşir. Bugün dünyada her yıl 1,3 milyar ton gıda israf ediliyor. Yaklaşık 1,4 milyar hektar tarım alanı (dünyadaki tarım arazinin %30’u), hiçbir zaman tüketilmeyecek gıdaları üretmek için kullanılıyor (FAO, 2021). Buna rağmen dünyada açlık hâlâ bitmiyor. Çünkü kapitalizmin emek ve üretim dağılımı gücün, mülkün, besinin, sermayenin çok küçük bir grubun elinde toplanmasına sebebiyet veriyor. Halk örgütlenmediğinde, sendikalar güçlü olmadığında, öğrenci hareketleri tabandan bir baskı oluşturmadığında ve toplum taleplerini haykırmadığında bu grubun serveti paylaşmaya pek de niyeti yok gibi görünüyor.
Biyolojik olarak bir insan bedeninin oksijene, suya ve besine ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç doğrudan bağımlılık biçimindedir. Aksi takdirde insan bedeni ölmüş olacaktır. Ancak bunlara olan ihtiyacın giderilmemesi ve ne kadar uzun bir süre mahrum bırakıldığına göre hayati tehlike değişmektedir. Örneğin, oksijenin yokluğunda birkaç dakika, suyun yokluğunda birkaç gün ve besinin yokluğunda ise kuramsal olarak üç aya kadar bedensel olarak yaşam devam etmektedir. Yine de, bu durumun psikolojik ve toplumsal komplikasyonları olduğunu unutmamak gerekir. Öyle ki, biyolojik olarak hayatın son bulmasına giden süreçte açlık hissi, hissizlik, unutkanlık, öğrenme zorluğu gibi insanın sosyal yaşantısını doğrudan etkileyecek bazı sorunlar da kendini gösterebilir. Yani biyolojik ölümden önce sosyal olarak paralize olma, izolasyon ve soyutlanmalar yaşanabilir. Eleştirel pedagojinin en büyük isimlerinden biri olan Paulo Freire çocukluk yıllarında yaşadığı açlığın öğrenme sürecini nasıl felç ettiğini şöyle anlatır: “Açlığımdan dolayı hiçbir şeyi anlayamıyordum. Aptal değildim. İlgisizliğimden de değildi. İçinde bulunduğum toplumsal koşullar eğitim almama izin vermiyordu” (Bentley, 1999). Bu örnek bile en temel gıdaya erişimin bir eğitim meselesi olduğunu açıkça gösterir. Üstelik bu durumda artık öğrencinin odak noktasını ve önceliğini derslere değil, karnının açlığına çekecektir. Entelektüel bir gelişim ise genellikle derin bir tek taraflı odaklanmayla gerçekleşir. İnsanın ilgisini ve dikkatini başka yöne çekecek bir unsur var ise öğrenme süreci engellenecektir.
Buna ek olarak, uzun süre açlık çeken insanların da bir anda düzenli besine ulaşmaları bedensel olarak da sorunlar oluşturmaktadır. Nazilerin toplama kamplarından kurtulan bazı insanlar, kamptan çıkarıldıktan sonra “düzenli besin almaya” başladıklarında yeniden beslenme sendromu (refeeding syndrome) nedeniyle hayatlarını kaybetmiştir. Uzun süreli açlıktan sonra vücudun insülin ve elektrolit dengesi bozulduğu için hızlı beslenme kalp yetmezliğine ve ani ölümlere yol açabiliyordu. Bu durumda, insanların uzun sürelerde aç bırakılması onları doğrudan öldürmek, sosyal izolasyon ve öğrenme zorluğu gibi sorunlardan öteye taşınıyor; artık besine ulaştığında bile biyolojik olarak insanı ölüme götürecek bir çıkmaz sokağa sokmuş oluyor. Böylece açlık sadece “yemek yokluğu” değil, biyolojik bütünlüğü bozan bir yıkım oluyor.
Sovyetler Birliği’nde ve Küba’da okullarda her çocuk için ücretsiz ve sağlıklı yemek, eğitimin ayrılmaz bir parçasıydı. Çünkü bu ülkeler eğitimi yalnızca akademik bir süreç olarak değil, eşitlikçi bir toplumsal proje olarak ele aldı. Sovyetler Birliği’nin kurulma aşamasında, kadınların patriyarkal düzenden kendilerini özgürleştirebilmeleri adına çeşitli adımlar atılmıştı. Ancak kadınların birer yurttaş olabilmesi için yalnızca seçme ve seçilme hakkının verilmiş olması yetmeyecekti. Kadınların kamusal hayata çıkabilmesi için ev işlerinin gerçekçi bir temelde yeniden ele alınması gerekiyordu. “Kadın, bütün özgürleşme yasalarına karşın, eskisi gibi ev-kölesi olarak kalıyor; çünkü onu mutfağa ve çocuk odasına kapatan ve onun yaratma gücünü düpedüz barbarca üretken olmayan, bayağı, sinir törpüleyici, köreltici, yıpratıcı bir çalışmayla boşa harcatan ev ekonomisinin ayrıntılarıyla eziliyor, bunalıyor, köreliyor, aşağılanıyor… Kamusal aşevleri, çocuk bakımevleri, yuvalar—bunlar bu türlü tohumların en güzel örnekleridir” (Özdemir, 2021). “Bu hedef doğrultusunda, kadınların ev işleriyle geçirdikleri zamanı en aza indirmek amacıyla ortak mutfaklar, çamaşırhaneler, terzihaneler, çocuk bakımevleri ve benzeri tesisler kurulmuştur. Bunlar böylece kadınların üzerindeki onlara daha evvel yüklenmiş olan görev ve sorumlulukların azalmasına, haliyle politikaya, çalışma hayatına, sanatsal etkinliklere daha fazla vakit ayırarak kendilerini gerçekleştirebilmeleri bakımından önemli birer teşvik edici olmuştur.” (Akgül, 2024)
Kadınlara sağlanan bu imkanlar dahilinde artık öğrenciler de bu kolektif çabanın meyvelerinden faydalanabiliyordu. Savaş ve iç savaşın ağır koşulları, Sovyetlerde kamusal beslenme ağlarının örgütlenmesini zorunlu hale getirdi. 1918’den itibaren kurulan halk kantinleri büyük ilgi görürken, yerel sovyetler çocuklara ve gençlere her gün ücretsiz bir öğün yemek sağlıyordu. Tüm zorluklara rağmen işleyen bu sistem, bireysel ev idaresini geri plana iterken toplumun kolektif bir dayanışma bilinciyle hareket ettiğini gösteriyordu (Vurdu, 2024b). “Bu toplumsal eğitim ağına (…) okul öğrencileri ve okul öncesi çağındakiler için parasız kantinler de giriyor. Bu kantinlerin yaratıcısı, Vera Veliçkina yoldaştı, ki 1919 yılında devrimci görevi başında öldü. İç savaşın zor yıllarında, bu kantinlerin bize çok yararı dokundu ve birçok proleter çocuğunu açlıktan ve ölümden kurtardı. Devletin çocuklara karşı bakımını tamamlayan bir başka şey de çocuklara bedava süt dağıtımı, ek besin maddeleri verilmesi, en yoksul olanlara elbise ve ayakkabı dağıtımıydı.” (Vurdu, 2024a)
Devrim sonrası savaş dönemi ve II. Dünya Savaşı sonrası oluşan toplumsal krizleri hariç tutarak CIA raporlarına göre Sovyetler Birliği’nde ortalama bir yurttaş Amerika’dakinden bile daha sağlıklı beslenebiliyordu. “Amerikan ve Sovyet vatandaşları her gün yaklaşık olarak aynı miktarda yiyecek tüketiyor, ancak Sovyet diyetinin daha besleyici olabileceği belirtiliyor. Bugün yayımlanan bir CIA raporuna göre her iki ulusun da sağlıklı bir yaşam için gerekenden fazla yiyor olabileceği ifade ediliyor. CIA, Sovyet ve Amerikan diyetlerinin besin içeriği hakkında kesin bir sonuca varmadı; ancak ABD’de genel kabul gören sağlık görüşleri, Sovyet diyetinin biraz daha iyi olabileceğini düşündürüyor. Merkezi İstihbarat Teşkilatı’na (CIA) göre ortalama bir Sovyet vatandaşı günde 3.280 kalori tüketirken, bir Amerikalı için bu miktar 3.520 kaloridir.” (Central Intelligence Agency, 1983).
Türkiye’de çocukların ve gençlerin gıda güvencesine erişiminin bütçenin yalnızca %1,5’i ile sağlanabileceğine dair veriler, bu meselenin imkansızlıkla değil doğrudan siyasal önceliklendirme ile ilişkili olduğunu açıkça gösteriyor. Savaş yorgunu Sovyetler Birliği’nde bile kimsenin aç kalmadığı bir dünyada, çocukların karnının doyurulmaması tartışmasız bir şekilde servetin halkla bölüşülmesinin reddidir. Devletin kaynak tahsisi tercihlerinin, toplumun en kırılgan kesimlerinin ihtiyaçlarını öncelemek yerine çoğu zaman sermaye lehine şekillenmesi, kamusal yükümlülüklerin piyasa mantığına terk edilmesinin en yalın örneğidir. Oysa kamu bütçesi teknik bir denklem değildir, politik bir tercihler dizgesidir; bu bağlamda ücretsiz bir öğün uygulamasının hayata geçirilmesi ekonomik olarak mümkündür, aynı zamanda pedagojik, psikolojik ve toplumsal açıdan zorunludur. Yoksul öğrencilerin öğün atlaması, bilişsel performanstan duygudurum düzenlemesine kadar çok sayıda bilimsel göstergeyi olumsuz etkilerken, düzenli beslenme öğrenme kapasitesinin, dikkat süresinin ve toplumsal katılımın doğrudan belirleyicisidir. Dolayısıyla bütçenin %1,5’lik kısmını eğitime ve beslenmeye ayırmak, bir lütuf değil, devletin evrensel sorumluluğudur.
Ancak bu tür politikaların hayata geçirilmesi önemli bir başlangıç olsa da, tek başına yapısal eşitsizlikleri çözmeye yetmez. Çünkü mesele yalnızca “karnı doymuş yoksullar” yaratmak değildir; mesele yoksulluğu üreten ekonomik düzenin kendisini sorgulamak, yıkmak ve dönüştürmektir. Geçici çözümler, hayırseverlik estetiğine bürünmüş politikalar veya bireysel bağış kampanyaları, sistemin çarklarına dokunmadığı sürece yoksulluğu hafifletir ama asla ortadan kaldırmaz. Gerçek dönüşüm ancak toplumsal adalet, ekonomik eşitlik ve kamusal sorumluluk anlayışıyla mümkündür. Bu nedenle bizler, yalnızca çocukların bir öğününü garanti altına alan bir düzen değil, yoksulluğun ve eşitsizliğin kendisini tarihte yok edecek, herkese onurlu ve güvenli bir yaşam sunan bir toplumsal örgütlenmeye varılana dek ilerlemekte ısrar ediyoruz. Sahte hayırseverliği değil, kamusal hakkı; geçici merhameti değil, kalıcı adaleti savunuyoruz.
Okullarda çocuklara sağlıklı ve ücretsiz bir öğün yemek vermek için bütçenin sadece %1,5’i yeterli. Ekonomik kriz, kaynak yetersizliği bahane, mesele kaynak değil öncelik meselesi; bunu biliyoruz.
-Akgül, S. (2024, Aralık 31). Lenin ve kapsayıcılık üzerine. Praksis Güncel.-Bentley, L. (1999, December). A brief biography of Paulo Freire. Pedagogy & Theatre of the Oppressed. http://ptoweb.org/aboutpto/a-brief-biography-of-paulo-freire -Central Intelligence Agency. (1983, January 8). Strength–Diet (Approved for Release 2007/05/17: CIA-RDP84B00274R000300150009-5). -FAO. (2021). Gıdayı israf etmeden yaşama kılavuzunuz. Budapeşte. -Holmes, J. (2008, April 1). Losing 25,000 to hunger every day. UN Chronicle, 45(2–3). https://www.un.org/en/chronicle/article/losing-25000-hunger-every-day-Özdemir, B. (2021). -Sovyetler Birliği'nde komünist kadın hareketi (1919-1930). Yordam Kitap.Türk Tabipleri Birliği. (n.d.). Dr. Metin Tunca: Uzun Süreli Açlıklarda Karşılaşılan Sorunlar ve Tedavileri. https://www.ttb.org.tr/aclik_grevleri/m_tunca.html -Vurdu, B. (2024, Mart 17). Vera Mihaylovna Veliçkina: Sovyetlerde çocuklara bir öğün ücretsiz yemek hayal değil gerçek. Ekmek ve Gül. -Vurdu, B. (2024, Mart 24). Sovyetler Birliğinde kentler ve kadın. Ekmek ve Gül.




