Yeni Çözüm Sürecinde Demokrasi ve Barış Muarızları ve Müdafileri

İsmet Akça24 Kasım 2025

Ekim 2024’te başlayan Kürt meselesinde yeni çözüm sürecinin son perdesi, Meclis’te kurulan komisyonun bir temsilci heyeti ile Abdullah Öcalan ile İmralı’da görüşmesi yönündeki kararı oldu. CHP, bu kararın alındığı oturumun kapalı yapılmasına karşı çıkarak oturuma katılmadı ve heyete temsilci vermeyeceğini ilan etti. Muhalefet cephesine bakarsak bu pozisyonu alan sadece CHP olmadı. Yeni Yol grubu (yani Saadet, Deva ve Gelecek partileri) ve Yeniden Refah Partisi de (ki onlar da kapalı oturuma katılmadı) çözüm sürecini desteklemeye ve komisyonun içinde yer almaya devam etmekle birlikte İmralı heyetine temsilci vermeyeceklerini açıkladılar. Sonuçta MHP, AKP ve DEM Parti temsilcilerinin yer aldığı bir heyet oluştu. Ancak kararın akabinde gündeme damgayı vuran CHP’ye yönelik eleştiriler oldu.

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki Kürt meselesinin çözümünde (hele ki dört ülkeye yayılmış bir jeopolitik mesele olma özelliği belirleyici hale gelmişken silahlı çatışma boyutunun sona erdirilmesi açısından) Abdullah Öcalan’ın muhatap kabul edilmek durumunda oluşuna, meselenin tarihini, bugününü, boyutlarını ve dinamiklerini bilenlerin karşı çıkması beklenmez. Nitekim, on yıllardır devletin tüm güvenlik aygıtları ve aktörleri de bu durumun en üst düzeyde farkındalar.

Şahsen CHP’nin Kürt meselesi ve Kürt siyasal hareketiyle ilişkiler bağlamında izlediği stratejik yönelim doğrultusunda İmralı’ya gidecek heyete de temsilci vereceğini düşünmüş (dolayısıyla yanılmış) olmakla birlikte, Türkiye siyasetinde olan biteni takip eden herhangi birinin bu kararın arkasındaki nedenleri anlamasının çok zor olmadığı kanaatindeyim. Yine on yıllardır çok ağır insani, siyasi, toplumsal bedeller ödemiş, her ne olursa olsun Kürt meselesinde çözüm ve barışın peşinde olmuş Kürt hareketinin kadro ve tabanının bu karara bir reaksiyon göstermesi de gayet anlaşılırdır. Ancak, bu karar akabinde, CHP’ye yönelik ulusalcılığa ve şovenizme savrulduğu, çözüm sürecini tıkadığı, Kürt seçmenlerin desteğine sırt çevirdiği vb. suçlamaların da ne nesnel olarak doğru ne de politik olarak faydalı olduğunu söyleyebiliriz.

CHP’nin ne dediğini ve ne demediğini doğru ortaya koymak gerekiyor. CHP Kürt meselesini tanıyor, çözümden yana politik çizgisini devam ettiriyor, barış için atılacak adımların destekçisi olduğunu açıkça söylüyor, çözüm süreci komisyonundan çıkmıyor. Aynı günlerde açıkladığı parti programında Kürt meselesi bağlamında ayrımcılığa karşı demokrasi ve eşit yurttaşlığın, anadil hakkının, Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’nın hayata geçirilmesini ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesini savunuyor. Hatta Öcalan’ın komisyon ile video bağlantı yoluyla konuşmasını da kabul ediyor ve öneriyor, yani Öcalan’ı bu konunun muhatabı olarak görmüyorum da demiyor. CHP, komisyonun Öcalan ile İmralı’da görüşmesine karşı çıkmış durumda. Bunda tabii ki çeşitli faktörler etkilidir: Kendi parti ve seçmen tabanında böylesi bir heyette yer alınmasına karşı çıkışın çok güçlü olması (ki Özgür Özel’in önüne bu oranın çok yüksek olduğuna dair anket verileri gittiği de söyleniyor), bir hafta sona gerçekleşecek parti kurultayı öncesi böyle bir kararın sorumluluğunu taşımayı istememek (ki Özel’in bu konudaki karar oturumunun ve ziyaretin kurultay sonrasına kalması yönünde talebi olduğu da basına düşmüştü) gibi. Ama belli ki aslen, CHP yönetimi kendisine yönelik muazzam bir siyasi saldırı başlatmış olan iktidarın çözüm sürecinde kendi belirlediği çerçevenin dışına taşmadan, hiçbir somut olumlu atmadan bir süreç yürütmesine politik bir kart göstermek istedi.

Türkiye’de Kürt meselesinde hem militarizasyon hem de çözüm süreçleri her zaman daha geniş sosyo-politik güç ilişkilerinin, rejim ve devlet mimarisinin şekillenişiyle iç içe olmuştur. Yüzyıl başında Türk ulus-devletinin kuruluşu, 12 Eylül askeri rejiminin yeni devlet formunu inşası, uzun 1990’larda Kürt meselesinin tamamen askerileştirilmesi ve güvenlikleştirilmesi, 2000’li yılların AKP iktidarı altındaki çözüm ve çatışma sarmalları gibi dönemlerde bu hep böyle olmuştur. Dolayısıyla, bugün yeni çözüm süreci de bu genel bağlamdan yalıtılarak ele alınamaz. Türkiye’nin son 10 yıldır içinden geçtiği yeni faşizan özellikleri belirgin bir siyasal rejim ve devlet inşa süreci, bu çerçevede şekillenen sosyo-politik güç ilişkileri, kurulan ve dağılan ittifaklar, siyasal stratejiler ve taktikler neredeyse tüm siyasal gelişmelerin ana çerçevesini oluşturuyor. Kürt meselesindeki tüm gelişmeler ve çözüm sürecinin işleyişi de bu genel çerçeveden soyutlanarak değerlendirilemez.

Dolayısıyla, çözüm sürecini siyasetler üstü bir mesele olarak kurmaya çalışan her söylemi reddetmek gerekir. Bugün Yusuf Kardaş’ın yazısında ifade ettiği gibi “Barışın siyaset üstü bir mesele olduğu söylemi bir safsatadan ibarettir. Aksine barış, kapsamı ve çerçevesi siyasi güç dengesi tarafından belirlenen siyasal bir süreçtir.”[1] 1 Ekim 2024’te meclis açılışında başlatılan yeni sürecin, en başından itibaren esasen bölgedeki jeopolitik yeniden yapılanmanın zorladığı bir hamle olduğunu, dolayısıyla büyük oranda bir devlet politikası olarak inşa edildiğini, bununla birlikte her siyasi aktörün de bu sürecin kendi siyasi hedeflerine uygun şekillenme mücadelesi içinde olmasının siyasetin tabiatı olduğunu belirttim. Yine bu çerçevede, Cumhur İttifakı ve özellikle Erdoğan, inşa etmeye çalıştıkları rejimi ve devleti tahkim etmek için, çözüm sürecini iç cepheyi tahkim edecek şekilde yürütmek istiyorlar en başından beri. Bunun ana sütunlarından biri başta CHP olmak üzere muhalefet bloğu ile DEM Parti ve Kürt seçmen arasında azami bir kopuşu yaratabilmek; diğeri de yargı eliyle yürütülen siyasal süreçte CHP’yi majestelerinin muhalefeti pozisyonunu kabullenmiş, iktidar iddiası olmayan ve Saray Rejimi’nin çizdiği sınırlar içinde siyaset eyleyen bir aktör konumuna indirgemek.

Çözüm sürecinin dışında kalmamak, Kürt meselesi gibi devasa bir sorunun olası çözümünün gerektirdiği tarihsel-siyasal sorumluluk sebebiyle olduğu kadar, hem CHP’nin hem de genel olarak toplumsal ve siyasal muhalefetin iktidara bu istediğini (DEM Parti ve Kürt seçmenle ilişkilerini koparmak) altın tepside sunmamak için, yani siyasal stratejik ve taktiksel açından da gerekliydi. Türkiye siyasetinin güç konfigürasyonu, seçim sonuçları ve muhalefetin buradaki başarı grafiği dikkate alındığında seçim siyaseti aritmetiği çok da karışık değil sonuçta.

Hal böyleyken, demokrasi ve barış mücadelesi perspektifinden bakınca, CHP’ye yönelik iki farklı konum ve perspektiften gelen siyasi müdahale çabalarının ne kadar zararlı olduğunun altını çizmek gerekir. Birincisi, hem yeni çözüm süreci başladığından beri hem de komisyon kurulurken CHP’nin süreç ve komisyon dışı kalmasını savunan liberal-Cumhuriyetçi bir kanaat önderleri grubunun çizgisi. Bu çizgi, Kürt meselesinde bilindik milliyetçi-ulusalcı argümanlarla değil de mevcut rejimin niteliği gereği bu süreçten demokrasi ve barış çıkmasının imkânsız olduğu ve CHP’nin bu sürece çekilerek altının oyulduğu iddiasıyla, Erdoğan’a tam da istediği şeyi altın tepside sunma politik hatasındaydı. Neyse ki CHP siyasi liderliği doğru tutum alarak bu sözlere kulak asmadı. İkincisi ise CHP’nin İmralı’ya giden heyete dahil olmayarak çözüm karşıtı milliyetçi-ulusalcı pozisyona geçtiği yönündeki sert söylemler, yukarıda ifade edildiği üzere nesnel olarak yanlış olmakla kalmayıp, barış ve demokrasi mücadelesine de çözüm sürecine de politik olarak zarar verir. Erdoğan’ın iç siyasete yönelik asli hedefine, yani CHP-DEM ilişkisinin koparılmasına destek vermiş olur. AKP mahfillerinin CHP’nin kararı sonrası söylemlerine bakınca bu durum açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine bu tarz söylemler CHP’yi çözüm süreci içinde tutmaya değil süreçten dışarı itmeye hizmet eder.

Şüphesiz ki CHP, İmralı heyetine katılmama kararıyla, yıllardır Kürt siyasal partileri ve Kürt seçmenlerle inşa ettiği ilişkiyi zedelemiştir. Ama bu ilişkiye dair “yandı bitti kül oldu gitti” tarzı değerlendirmeler gerçeklikten uzaktır. CHP’nin çözüm sürecinin ilerleyen perdelerinde Kürt meselesinde barış ve demokrasi yönünde atacağı adımlarla bu ilişkiyi onarmak ve tazelemek gibi bir yükümlülüğü vardır tabii ki. Kürt hareketi cephesinden bakınca da, ne Öcalan’ın ne de DEM Parti yetkililerinin, ilk eleştirel çıkışların ardından, en başından beri ana muhalefeti sürecin içinde tutma talep ve arayışını sonlandırmayacağını beklemek pek de temelsiz olmaz.

İşin eğrisini doğrusunu açık koymak lazım. Bugün çözüm sürecine dair devletten beklenen ama gelmeyen adımların muhatabı icra yetkisine sahip siyasal iktidardır. Mevcut başkanlık rejimi çerçevesinde de burada yürütmenin başı olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan asli yetkili ve sorumlu konumundadır. Hâlbuki burada görülen Erdoğan’ın bu süreçte kamuoyu önünde birkaç konuşma dışında (ki bunlar da esasen Bahçeli’nin çok yüksek perdeden çıkış yaptığı konuşmalarını müteakip gerçekleşti) çözüm sürecini güçlü biçimde sahiplenmekten imtina ettiğidir. İmralı’ya gidilmesi meselesinde Bahçeli’nin “Gerekirse üç arkadaşımı alır ben giderim” gibi çok yüksek perdeden çıkış yapmasına rağmen, Erdoğan’ın açık bir pozisyon almaması ve topu komisyona atması da bu çerçevede değerlendirilmelidir. 2013-2015 sürecinde olduğu gibi bugün de Erdoğan, iç ve dış siyasette kendisine kazan-kazan durumu yaratmaya endeksli bir çizgiyi izlemektedir.

Bir seneyi aşan çözüm sürecinde bırakın genel demokratikleşme reformu denebilecek bir adımı, ne Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman’a ilişkin AİHM ve AYM kararlarının uygulanması gibi asgari hukuk ve yargı gerekleri hayata geçirilmiş ne de Kürt meselesinin çözümüne dair en ufak bir adım atılmıştır.  Yine AYM kararına uygun olarak Barış Akademisyenleri’nin görevlerine iadesi gibi sembolik açıdan kıymetli bir toplu hamle de yapılmamaktadır. Süreç tamamıyla PKK’nin (ve YPG ile SDG’nin) silahsızlandırılması ve lağvedilmesi çerçevesinde bir silahlı çatışmanın sona erdirilmesi olarak çerçevelenmiştir. Mehmet Uçum, süreci “Terörsüz Türkiye’ye Geçiş” ve “Demokrasiyi Geliştirme” olarak iki ayrı aşamaya bölerken bunu açıkça ifade etmektedir.[2]

Şüphesiz ki silahsızlanma, PKK’nin lağvedilmesi ve kadroların entegrasyonu meselesi tarihsel önemdedir. Zaten meclis komisyonu kurulduğu andan itibaren kendisini esasen bu hedefle bağlamıştır. Ancak silahsızlanma yönünde adımlar atılırken diğer konularda bazı reform adımlarının atılması hiç de zor değildir. Tam da bu adımlar atılmadığı için kamuoyu araştırmalarında Kürt meselesinin çözümüne yönelik istek ve beklenti güçlü olmakla beraber yine sürece yönelik güven düşük, kaygılar ise yüksek olmaya devam etmiştir. Bunun sorumlusu ve muhatabı mevcut iktidardır. Mevcut iktidarın ve onun inşa etmeye soyunduğu rejim ve devletin nitelikleri göz önüne alındığında ne genel demokratikleşme ne Kürt meselesinde atılacak reform adımlarında olumlu bir beklenti makul değildir. Örneğin Mehmet Uçum’un son yazısı, anadilin kullanılmasında iyileşme adımlarının ötesinde, siyasi-idari yapıda yerel yönetimleri de merkezi idareye tamamen tabi kılacak, dolayısıyla anti-demokratik rejim ve devlet inşasını tahkim edecek düzenlemeleri reformmuş gibi sunmaktadır.[3] Bu yaklaşım, çözüm sürecinin ilerleyen perdelerinde Cumhur İttifakı karşısında geniş bir demokrasi ve barış cephesinin varlığını zorunlu kılmaktadır. Bu cephenin aktörlerinin birbirlerine yukarıdan ve dışarıdan akıl verme değil ama eleştiri yapması tabii ki doğaldır, yeter ki iktidarın ekmeğine yağ sürecek şekilde demokrasi ve barış cephesini dağıtıcı, yıkıcı eleştiriler olmasınlar.

Tüm bunların ışığında, bugün dünyadaki yeni faşistleşme sürecine paralel bir şekilde ve tabii kendine has dinamikleri ve özgünlükleriyle yeni rejim ve devlet inşasına ve siyasal alanı fiilen öldürmeye (yani iktidara sahiden aday olabilme ve bu adayı oyla, eylemle destekleyebilme imkânını ortadan kaldırmaya) yönelen bir iktidar bloku karşısında demokrasi ve barış mücadelesi içinde olan tüm aktörlerin çok temel bir sorumluluğu bulunmakta: Demokrasi ve barışın muarızlarını ve müdafilerini doğru belirlemek.

[1] Yusuf Karadaş, “Sorun sadece CHP’nin tutumu mu?”, https://www.evrensel.net/yazi/98142/sorun-sadece-chpnin-tutumu-mu.
[2] Mehmet Uçum, “Terörsüz Türkiye’ye geçiş ve demokrasiyi geliştirme süreçlerinin dinamikleri”, https://www.aa.com.tr/tr/analiz/terorsuz-turkiyeye-gecis-ve-demokrasiyi-gelistirme-sureclerinin-dinamikleri/3714940.
[3] Mehmet Uçum, “Geçiş sürecinde yeni gelişmeler”, https://www.aa.com.tr/tr/analiz/gecis-surecinde-yeni-gelismeler/3751292.