Yemek tariflerini, reçeteleri, hazır cevapları severiz; doğru yaşamın koltuk değnekleri gördüğümüz ilmihallere ise bayılırız. Hiçbir teori kitabı, kılavuz kitapların satış mertebesine erişebilmiş değildir. Tabii bunun bizi epey meşakkatli bir yükten, yani düşünmeden kurtarma gibi önemli bir işlevi vardır. Başka bir işlevi ise verili olanı koruma hizmetidir. Yaşamın neredeyse her evresinin verili olana reddedilemez düşünümsel bir itiraz ileri sürmek olduğunu varsaydığımızda, bu hiç de küçümsenecek bir hizmet değil sanki. Bu kısa yazıda, üç noktaya, yaşantının, etik-yaşamın ve özgürleşmenin politikten dışlanmasının sonucu olarak pseudo-politiğe (sahte-politiğe) değineceğim. “Pseudo” olanın tehlikesi yalnızca sahte veya sözde olması değil, -mış gibi yaparak asıl olanın içini boşaltması ve işlevsizleştirmesidir.
i.
“Şeylere ve yüzlere maruz kalıyorum. Benim oluyorlar, ben oluyorum. Ama bundan ibaret değilim, düşler ve ülküler yaratıyorum. Sonra, orada olmadıklarını bile bile, şeylerde ve yüzlerde onları arıyorum. Fail, münfail ortadan kalkıyor; yaşamın tekilliğine boyun eğiyoruz, tekilliğimiz yaşamın bir parçası oluveriyor.”
Yaşam dünyasının politik olanda reddi iki türlü gerçekleşebilir: ya kendiliğe ait ve onu teşkil eden tüm unsurların yadsınması veya mücadele/parti dışında itilmesi yoluyla veyahut kendiliğin mücadele/parti içinde yaşayarak gerçekleşecek bir şey olduğu sanısıyla. Her ikisi de, pseudo-politik bir alanı doğurur. Yaşantının politik olanın dışına konumlandırılışı, esasında bir kendine mal ediş, kendinden taşma, özcesi kendinden bir hikâye yaratma olarak politik öznenin oluş imkânına ket vurur. Bir bütün olarak yaşam dünyasını göz ardı eden politik tahayyül, “olarak” verilmesi gereken mücadelelerin “için” verilen savaşımlara evrilmesini, kısacası özgürleşen öznenin inkârını sonuç verir. Bir ufuk olarak özgürleşmeyi taşıyan özne, böylece kendini politik olanın birincil koşulu olan tarihselliğin dışına konumlandırılmış bulur. Kendini tüm renkleriyle yaşamın veya ikametin; aşkın, yasın, yokluğun paranteze alınmasıyla kuracağı itikadındaki politik tahayyül, bir tür yabancılaşma, yaşam dünyası bölünmüş zombi militanları sonuç verecektir. Ve kuşkusuz onlar artık bir dönüşüm ve itirazın değil, tekrarın tekrarının, ölü bir taklidin, ehlileştirilmiş bir nostaljinin aktivistleridir. Zira yaşantının yitimi aynı zamanda özgüllüğün yitimidir. Sıçrama uğrakları yaratan özgül gerilimleri ve hainlikleri ile düşünmeyi tarihselleştiren de bu pseudo-politik alanı yarma cüretini göstererek ikameti örgütleyen militanların eseridir.
ii.
“Sürekli önü sıra giden hayalini aort damarlarına meczedememe biçareliğini, halkın nefesindeki zaptedişe yoran o ilk yarığı düşünüyorum. Ellerini nereye koyacağını bir türlü bilemediğinden arkasına saklayan çocuğun, büyüdüğünde kapının ardına astığı ellerini. Yok olanı insana, insanı yok olana rabteden düşünmenin insanı var kılışını. Ve insanı insana yurt kılan ülkünün o biçare kalmaktan yorulmuş ellerde tecessümünü.”
Toplumsal olan ile bireysel olanın ayrıldığı her söylem politiğin sistem lehine yeniden üretilmesini sağlar. Erdemlerin ilerici sıfatlarla sunumu gibi, devrimcileştirme adına felsefi köklerinden koparılan her teorik müzakere, politiği düşünümden ayırma ve mücadeleyi boş kavramlarla sürdürme riski taşır. Solun terimlerinin teknikleştiği ve münhasır bir evren oluşturduğu her söylem, öznenin diyalektiğini yadsıdığı, hatta ket vurduğu için yine pseudo-politik bir alan üretecektir. Esasında tüm bu bakış, iyi-yaşam ideali ile birlikte tinsel yaşamın yitiminin etik-yaşamda açtığı gediği, can çekişen ruhların göz yaşı vadisini, görmezden gelmenin bir sonucudur. Oysa etik-yaşam, aklın toplumsallaşmasına set olan tüm sınırlılıklarda olduğu gibi, kapitalizmin ve burjuva mülkiyet ilişkilerinin iyi yaşam arayışıyla aşılmasıdır. Kendini kapitalizmin yapısal örüntüleri dışında kurduğu zannı, her örgütlülük için en az sistemin ürünleri kadar, hatta belki daha fazla tehlikeli bir emniyet hissi yaratır. Oysa her birimiz üretim ilişkilerinin şekillendirdiği duygulanımsal ve kültürel örüntülerin izlerini taşırız; özgürleşen öznenin bir ufuk olarak kendilik-bilincini, adım atılan kutsal topraklara kabul alış olarak görmesi, toplumsal faillik olarak etik-yaşamın çöküşüdür. Yurt kılma ülküsü, aynı zamanda yeni insanın doğumu, yani bir ikamet meselesidir. “Kendini evinde hissediyor musun?” sorusu en az yurt kadar, yurt uğruna verilen mücadele için de geçerlidir. Aslolanın hem bir varış hem bir yola çıkış olarak ikamet olduğunu perdeleyen her tutum, esasında pseudo-politik bir alan üretecektir.
iii.
“Dilimi arıyorum. Kekeme bir çocuğun sözceleri hâlâ bunlar. Eşikte demlenen, bir yabancıya merhaba deme yükü altında. Oysa ne çocuğum ne kekeme. Tüm yüzleri askıya alan bir dinlemenin safiyetine olan inançça zapt edildim sadece. Sesin tanrısallığının, faniliğin tüm utançlarını yerle bir ettiği o eşikteyim. Tüm perdahlamalardan arınmış, sözün safiyetini dile getirememe ürkekliğindeki o bekleyişte.”
Bir ufuk olarak özgürleşme, tarihsel politik eylemle mümkündür. Mücadelenin özgülleştirilmesi, kurumsallaşmayı sonuç vermediği her eylemlilik yine pseudo-politiği sonuç verir. Yurdun ikametten, erdemlerin etik-yaşamdan kopuşunun bir sonucudur ki, kurduğumuz şeyin daimi bir kendilik ve kökleşme bilinci olduğunu unutmuş vaziyetteyiz. Ölümlü olarak bu dünyayla ve tüm köksüzleştirme girişimleriyle başa çıkma trajedisi, düşünmenin kendi olanaklarına kulak veren yeni bir kökleşmenin doğumudur. Varsayımsal olmayan ve doğrudan bir hat çekebileceğimiz bir şey varsa o da şudur: Politik olanı, sermayeyle her türden pazarlığı tavizsiz reddeden sınıfsal, yani özgürleşmenin diyalektiğini yadsımayan tarihsel bakış üzere kurmak ve tanınma mücadelesini, yol kadar yoldaşlığın kendisini, insanı insana yurt kılan bir ikamet üzere inşa etmek. Kendi hikâyesinin vazedicileri olarak bir örgütlülük ancak bu temel üzere kurulabilir. Bunun dışında beliren tüm söylem ve eylemlilikler, politik olana çekilme savaşı verilmesi gereken alanlardır. Tarihbilimsel veya tarihsel olanı, tarihyazımsal olandan ayıran da, eylemliliğe özgürleştiricilik sıfatını veren de budur. Barikatın ardında bizi bekleyen şeyin ne olduğunu her zaman bilemesek de, yaşamı örgütlemeye dair en ufak bir içerimi olmayan her söylem üretimi, pseudo-politiğin nemalanıcısı olarak mahkum edilmeyi hak eder.
iv.
“Kendi oluşumu bir fark olarak ortaya koyuyorum. Kendimi yokluktan var kılıyorum. Özgürleşen ellerim kaderin yazgıya döndüğü yer oluyor. Musallat yüzler, birer yurda dönüyor.”
Özcesi, politikten tamamen kurtulamıyorsanız, yapabileceğiniz en iyi şey pseudo-politik söylemler ve mücadele alanları yaratmaktır. Yaşantının mücadele dışına itilmesi veya göz ardı edilmesi, köksüz ve tarihdışı dolayısıyla ikameti dışlayan bir pseudo-politiği; toplumsal bir bütün olarak etik-yaşamın, iyi-yaşam idealinin ve erdemlerin temel alınmadığı veya paranteze alındığı bir praksis, tüm tinselliğini yitirmiş bir köksüzleşme içerisinde otantik kendiliği dışlayan bir pseudo-politiği; son olarak amaçsız bir amaçlılıkla mücadeleyi ören ve örten, tarihin diyalektiğinin yegâne unsuru olarak sınıfsal kurumsallaşmayı bir uğrak olarak dahi hedeflemeyen bir eylemlilik, yine özgürleşen özneyi tarihdışılaştıran bir pseuo-politiği üretecektir.
Heidegger Platon’u iki bin küsur yıllık felsefe tarihinde varlığı perdelemekle mahkûm ettiğinden beri çok vakit olmadı. Yine de her bir ideanın bir ideali, binlerce yıllık sözde-muktedirlikleri ürettiğini bilecek kadar erginleştik. Ve hayatın bir bütün olarak insanı inkâr eden her girişime bir had çekmeye cüretten çekinecek kadar uzun olmadığını biliyoruz. Ancak politik düşünümde kökleşen, yaşantıyı ve etik-yaşamı kuşatan özgül kuramsallıklara ve bunların üreteceği kurumsallıklara çok uzağız. Başladığımız gibi, yemek tarifiyle bitirelim. Salih Zeki Bey’in bir çevirisinde aktardığı bir mesel, yaşamsal unsurların analitik dışlanmasına dair çok güzel bir anekdot hissi verir: Aşçı tavuklara “salçalı mı salçasız mı yenmek istersiniz” diye sorduğunda tavuklar “hiç yenmek istemeyiz” derler, aşçı bunun üzerine “ama sorunun dışına çıkıyorsunuz” der. Çok şükür ki rüyayla gerçeği hiçbir zaman ayıramama gibi büyük bir devrimci kusuru taşıyan yüzler ve baharların gelişinin engellenememe gibi kötü bir huyu var. Sorunun dışına çıkanlara, varlığın şiirini kendi hikâyeleriyle yazanlara selam olsun.