“Bu Elbette Bir Reform Değil, Adaletsiz Bir Af Düzenlemesi”

Ayrım Söyleşi18 Aralık 2025

“11. Yargı Paketi” adıyla Meclis gündemine gelecek olan düzenleme, iktidarın yıllardır sürdürdüğü infaz politikalarının yeni bir halkası mı, yoksa niteliksel bir eşik mi? Kamuoyunda hâlâ “af mı, reform mu?” tartışması sürerken; paket, deprem davalarından cezasızlık kültürüne, tutuklamanın siyasi bir araç hâline gelmesinden mağdurların adalet arayışına kadar pek çok başlıkta ciddi soru işaretleri yaratıyor.

Uzun yıllardır yargı alanını izleyen gazeteci Gökçer Tahincioğlu, 11. Yargı Paketi’ni yalnızca hukuki bir düzenleme olarak değil; hangi suçların görmezden gelindiğini, hangi kesimlerin sistematik biçimde dışarıda bırakıldığını gösteren açık bir siyasal tercih olarak okuyor. Tahincioğlu’na göre bu paket bir “reform” değil; adaletsizliği derinleştiren, mağdurları görünmez kılan ve cezasızlık rejimini kalıcılaştıran bir örtülü af düzenlemesi. 11. Yargı Paketi’nin tüm detaylarını gazeteci yazar Gökçer Tahincioğlu ile konuştuk.

“Adaletin sağlanması, hakiki bir yüzleşmeyle, bütün bu dosyaların bu gözle ele alınmasıyla mümkün. Tekinsiz hale gelen sokaklarda iktidarın görmeye tahammül edemediği kesim yine iktidarı barışçıl yollarla eleştirenler oluyor. Sadece meslek okullarını eleştirdiği için gençlerin tutuklanmasının bir açıklaması var mı? Başka bir açıklaması yok.”

 Ayrım: “11. Yargı Paketi” adıyla Meclis gündemine gelen düzenleme hakkında kamuoyunda hala “af mı, düzenleme mi” tartışması sürüyor. Sen bu paketin özünü nasıl tanımlarsın? Bu paket, gerçekten bir yargı reformu mu, yoksa sonuçları itibarıyla bir af mı?

Gökçer Tahincioğlu: AKP’nin iktidara geldiği dönemde en önemli vaatlerinden biri “af çıkarmamak”tı. Zira o dönemde çıkartılan, Rahşan affı olarak bilinen kanunla cezaevleri boşaltılmış ve bunun sonuçlarının ne olduğu yeni görülebilmişti. Deprem suçlarını işleyenler, katiller, tecavüzcüler dışarı çıkmıştı ve çok kısa bir zamanda cezaevleri ağır suçlar işleyenler tarafından yeniden dolduruldu. Büyük bir adaletsizlik duygusu oluştu. AKP’nin bugünkü söylemiyle bakacak olursak, Rahşan affı da bir af düzenlemesi değil… Zira ismi de af yasası değildi… Ancak elbette farklı isimlendirince niteliği değişmiyor. O yasa, belli miktarda ceza yatanların ve belli suçları işleyenlerin tahliyesini öngörüyordu. Anayasa Mahkemesi kapsamını genişletti. Şimdi de 2012’den bu yana İnfaz Kanunu üzerinde yapılan değişikliklerle örtülü aflar söz konusu. Adına bazen reform, bazen eşitlik düzenlemesi, bazen Kovid düzenlemesi deniyor. Ancak toplamda, 2012’den bu yana çıkartılan beş ayrı düzenlemeyle cezaların neredeyse üçte ikisinin affedildiğini görüyoruz. Üstelik devlete karşı değil bireye karşı işlenen suçlarda. Buna karşılık sistem, düşman olarak kodladığı, yazan, çizen, eleştiren kişilerin koşullarını ağırlaştırıyor, tutuklanmalarını kolaylaştırıyor onları bu düzenlemelerin kapsamı dışında bırakıyor. Bu elbette bir reform değil, adaletsiz bir af düzenlemesi.

Uzun yıllar yargı muhabirliği yaptın; yazılarında yalnızca hukuku değil, toplumsal adaleti, hukuka güveni ve mağdurların sesini merkeze aldın. Bir yazında “Bu ülkenin gerçek kader kurbanı mağdurlardır” diyorsun. 11. Yargı Paketi, adalet arayışını yıllardır sürdüren mağdurlar açısından ne ifade ediyor?

Bu ülkede “kader kurbanı” denilen garabet bir kavram var. Cumhuriyet tarihi boyunca sürekli bu kavrama dayanılarak af çıkartıldığını görüyorsunuz. Siz özcü bir kafaya sahip değilseniz, suçun kişilikten kaynaklı olduğunu düşünmüyorsanız bir şeyleri değiştirirsiniz. Ancak sistemi değiştirmeye yönelik tek adım atılmadan durmaksızın af çıkartıyorsunuz. Yakınlarını cinayete kurban verenler örneğin, katiller yakalanırsa yargılamanın bitmesi 10-12 sene sürüyor. Dava bittiği dediğiniz anda cezanın da bittiğini anlıyorsunuz. Anlamsız bir adalet mücadelesi ile baş başa kalıyorsunuz. Gerçek kurbanlar bu insanlardır. Bu paket de bu insanların yaralarını biraz daha kanatmaktan başka anlam ifade etmiyor.

Toplumun hukuka olan güveni neredeyse yerle bir olmuş durumda. İktidar ve ortaklarının seçmenleri dâhil, toplumun çok geniş bir kesiminde adalet duygusu ciddi biçimde sarsılmış halde. Bu koşullarda 11. Yargı Paketi, toplumun adalet inancı üzerinde nasıl bir etki yaratır? Mevcut kırılmayı derinleştirir mi?

Farkındaysanız spesifik bazı alanlar dışında pakete yönelik tepkiler çok cılız. Depremde yakınlarını kaybedenler, dernekler, bir grup gazeteci. Toplumsal, büyük bir tepki yok gibi. Bunun iki nedeni var. Birincisi insanlar bu paketlerde hangi düzenlemelerin olduğunu, ne yapıldığını bilmiyor. İktidardan da bu af değil infaz eşitliği, bu af değil şartlı salıverme, bu af değil kovid düzenlemesi gibi açıklamalar gelince kafalar iyice karışıyor. Bir ikincisi de zaten adalete olan inancın kalmamış olması. Bu kadar paket çıktı, zaten olan oldu, bundan sonra ne olacak gibi bir umutsuzluk hakim. Ve elbette bu paketin sonuçları da bu tabloyu besleyecek.

Milliyet’te 2018’de yayımlanan[i] “Açık mektup: Ben affetmiyorum” başlıklı yazında af tartışmasını yalnızca hukuki değil, aynı zamanda vicdani ve siyasal bir mesele olarak ele almıştın. Ve gazeteci kimliğinin yanı sıra kişisel hikâyeni çok kadar açık biçimde anlatmıştın. O günden bugüne baktığında, “affetmek” kavramının devlet eliyle bu kadar sık kullanılması sence neyi görünmez kılıyor?

Daha kötüsü hala cesurca, “evet, bunlar aslında af anlamına geliyor” denilmemesi. Ben de o mağdur ailelerden biriyim. Bir gazetecinin kişisel hikayesini konu etmemesi gerektiğini düşünsem de o mağdur aileleri adına ses çıkarmayı o dönemde bir zorunluluk olarak gördüm, hala da görüyorum. Bütün bu af paketleri bir yandan yönetilemez hale gelen cezaevlerini boşaltmak amacını taşıyor, diğer yandan cezaevlerinin dolup taşmasına neden olan düzeni görünmez kılmak amacıyla kullanılıyor. Derin yoksulluğun tabana yayıldığı, asgari ücretin genel ücret haline dönüştüğü, kısa yoldan zenginliğin, mafya düzeninin özendirildiği, siyasal tercihlerin gelecek kaygısıyla yapılmasına yol açan bu sistem bütünüyle görünmez kılınmaya çalışılıyor. Yaptığının aksini söyleyerek de garip bir söylem kuruluyor.

O açık mektupta dikkat çeken bir başka vurgu da şuydu: Af düzenlemelerinin yalnızca suçluları değil, suçu mümkün kılan sistemi de akladığını söylüyordun. Bugün 11. Yargı Paketi’ne baktığımızda; özellikle deprem davaları, kamu görevlilerinin sorumluluğu ve cezasızlık kültürü açısından benzer bir “aklama” riski görüyor musun?

Deprem davalarıyla ilgili iki türlü adaletsizlik söz konusu. Zaten depremin bütün yükü birkaç müteahhite, birkaç bilirkişiye yıkılmış durumda. Kamu görevlilerinin, iktidarın sorumluluğu gizlendi. Kurtarma-kurtaramama skandalları konu bile edilmiyor. Böyle bir tabloda, zaten yargılamadığın insanları da kurtarıyorsun. Zaten adaletsizlik söz konusuydu, şimdi bu katlanacak. Aflar, elbette bu çürümeyi görünmez kılmak açısından da kullanılıyor. Bugün kurulan yeni nesil çeteler, “yatıp kısa zamanda çıkarsın” anlayışını kulaklara fısıldıyor. Çürük bina yapan, olmadık yere imar veren biliyor ki başına bir iş gelmeyecek. Suça zemin yaratan bu sistem, sürekli afla ödüllendirilerek sürdürülüyor. Siz de bu zemini değil o an olanı konuşmak zorunda kalıyorsunuz.

İktidar, her af ya da infaz düzenlemesinde “toplumsal barış” vurgusu yapıyor. Senin deneyimlerinden hareketle sormak isterim: Adalet tesis edilmeden gerçek bir barış mümkün mü? Devlet, yarattığı ya da görmezden geldiği büyük mağduriyetlere rağmen barış ilan edebilir mi?

Öncelikle bir ülke elbette af çıkartabilir. Ancak bunu tartışarak, rıza sağlayarak, suçların ağırlığına göre yapar. Benim canımı yakmış birisini hangi gerekçeyle affediyorsun. Hadi diyelim affettin, o kişinin aynı suçu işlemeyeceğini, ardından gelenlerin bu suç iklimine kendini kaptırmayacağı bir zemin yarattın mı? Islah rejiminden söz etmiyorum. Sözünü ettiğim yoksulluk, çaresizlik, her yoldan, nasıl olursa olsun zenginleşmeyi akılcılık sayan bu sistem. Toplumsal barış, devletin, kendine karşı işlendiğini iddia ettiği suçlarla ilgili değerlendirme yaparak, kutuplaşmış kesimler arasındaki mesafeyi daraltarak, haksız hukuksuz cezaları diğerlerinden ayırt ederek mümkün. Bu tablo sadece insana adaletsizlik ve kendi adaletini sağlama duygusu veriyor.

Yaklaşık 25 yıllık AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’de giderek bir “parti devleti” tablosu ortaya çıktığı yönünde güçlü eleştiriler var: Yetkilerin tek elde toplanması, kamu kurumlarının siyasallaşması, cezasızlığın siyasi bağlantılarla normalleşmesi… Bu paket kapsamında da bazı düzenlemelerin kişilere göre şekillendiği tartışılıyor. Örneğin, kamu görevlilerine hakaret suçunun AİHM kararlarına rağmen korunması, kamuoyunda Ekrem İmamoğlu’nun YSK davasını yeniden hatırlatıyor. Buradan hareketle, kişisel siyasi hesapların hukuk sistemine nüfuz ettiğini söylemek mümkün mü?

Elbette bütün düzenlemeler böyle hesaplarla yapılıyor. Sadece MHP’nin çağrısıyla Alaattin Çakıcı dahil organize suç örgütü liderlerinin serbest kalmasını sağlayan düzenlemeyi anımsayalım. Ve burada itinayla kapsam dışında bırakılan gazetecileri, aydınları. Hukuk ve adaletin aynı şey olmadığını biliyoruz. Biz hep hukuk devleti olmak arzusundan söz ettik. Artık kanun devletini bile bulamıyoruz. Mağdurlar, canı yananlar, canını yakanların alacağı cezayı, bu cezanın ne kadarını yatacağını bilmiyor. Sadece söz söyleyenler, eleştirenler ya da örgütlü bir muhalefet yürütenler de normalde ceza almaması gereken eylemler nedeniyle ne kadar uzun cezalar alacaklarını bilmiyorlar. Cezasızlık zaten Türkiye’de bir sistemdi. Şimdi bu cezasızlık sistemine keskin biçimde belirsizlik siyaseti eklendi.

Son dönemde özellikle belirli bir çevre tarafından “suça sürüklenen çocuklar” için daha ağır cezalar talep ediliyor; çocukların üst sınırdan cezalandırılması isteniyor. Ağır suçlar işleyen yetişkinlerin infaz rejimiyle ciddi indirimlerden yararlanabildiği bir paketin gündemde olduğu koşullarda, çocuklara yönelik bu cezalandırıcı yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsun? Bu çelişki bize nasıl bir adalet anlayışını gösteriyor?

Komik bir kampanya bu. Elbette çocuklarını kaybeden, bu nedenle ağır mağduriyetler yaşamış aileler bunları talep edebilir, kampanya yapılabilir. Yakınını kaybetmiş birisine sorarsanız, suçlunun idamını ister. Ancak ceza adaleti böyle sağlanmaz. Türkiye’deki mevcut tabloda bu tartışma iyice komik kalıyor. 2000’li, 2010’lu yıllarda cinayet gibi ağır suçları işleyenler de şu anda serbest. Hangi yüksek cezadan söz ediyoruz. Sorun cezanın yüksekliği değil, infaz rejimi. Bile isteye yaratılan bu iklimde ne çocukları ne de yetişkinleri bu suçlardan cezalandırma ile korumak mümkün değil. Gerçek bir ceza adaleti reformu yapılması gerekiyor.

Türkiye son yıllarda mağdur edilenler için suç cehennemi, failleri için cezasızlık cenneti haline geldi. Yolsuzluğun ve kaçakçılığın artması, yeni nesil çeteler, uluslararası mafya ağları, artan cinayetler, cinsel saldırılar ve istismar vakaları… Her gün yeni bir felaketle uyanıyoruz. Bu tabloyu yalnızca “ahlaki çürüme” ile açıklamak mümkün değil; açıkça siyasal, ekonomik ve hukuki bir zemin var. Bu zeminden baktığında, 11. Yargı Paketi ülkedeki suç oranlarını ve suçla mücadeleyi nasıl etkiler? Ve tüm bu artışa baktığımızda, kapsamlı ve uzun vadeli bir çözüm nasıl sağlanabilir?

Suçla mücadeleye hiçbir faydası olmadığı gibi ödül gibi ceza verilenler de serbest kalacak. Hesap sorulacağı söylenen deprem suçluları cezalarından kurtulacak. En ağır suçları işleyenler birkaç yıl içinde serbest kalınabileceğini görecek. İktidar için mesele bu suçlar olmaktan uzun zaman önce çıktı. Göstermelik ceza artırımlarının anlamı olmadığı da görülüyor. Şu anda suçun övüldüğü, cezaların affedildiği, silahın normalleştirildiği bu ortamın sonuçlarını henüz görmedik. Uzun vadeli çözüm, bu suçları besleyen zeminin ortadan kaldırılmasıyla mümkün. Toplumsal adaletin ekonomik anlamda sağlanması, eşitsizliklerin ortadan kaldırılması, temel hak ve hürriyetlerin kullandırılması, özgürlük alanlarının genişletilmesiyle mümkün. Bu da ancak farklı ideolojik tercihlerle olabilir. Bugünkü düzeni farklı biçimde sürdürmeye çalışan benzer yapılarla sonuç almak mümkün değil.

Türkiye’de tutuklama artık siyasi bir terbiye aracı haline geldi. Öğrencilerden gazetecilere, belediye başkanlarından avukatlara kadar geniş bir yelpazede tutuklamalar yaşanıyor. Bu noktada yeni bir af paketini, iktidarın bakışıyla nasıl okumak lazım?

İktidar için tutuklama ve gözaltı uzun süredir zaten bir cezalandırma aracı. AİHM kararlarına uyulmaması, AİHM ve AYM hukukunu farklı yöntemlerle etkisiz kılmak bir başka cezalandırma aracı. Bu kapsam içinde gördüğü kimse için af ya da ceza indirimi gibi bir dert yok. Zaten bu kesimler için “af” da doğru bir kavram değil. Adaletin sağlanması, hakiki bir yüzleşmeyle, bütün bu dosyaların bu gözle ele alınmasıyla mümkün. Tekinsiz hale gelen sokaklarda iktidarın görmeye tahammül edemediği kesim yine iktidarı barışçıl yollarla eleştirenler oluyor. Sadece meslek okullarını eleştirdiği için gençlerin tutuklanmasının bir açıklaması var mı? Başka bir açıklaması yok. Açık bir tercih söz konusu. Sokakta kimi görmek istersin, kim olmalı sorusunun yanıtı bu paketlerle veriliyor.

[i] https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/gokcer-tahincioglu/acik-mektup-ben-affetmiyorum-2751526