“Klee’nin Angelus Novus adlı bir resmi vardır. Bir melek betimlenmiştir bu resimde; meleğin görünüşü, sanki bakışlarını dikmiş olduğu bir şeyden uzaklaşmak ister gibidir. Gözleri, ağzı ve kanatları açılmıştır. Tarihin meleği de böyle gözükmelidir. Yüzünü geçmişe çevirmiştir. Bizim bir olaylar zinciri gördüğümüz noktada, o tek bir felâket görür, yıkıntıları birbiri üstüne yığıp, onun ayakları dibine fırlatan bir felâket. Melek, büyük bir olasılıkla orada kalmak, ölüleri diriltmek, parçalanmış olanı yeniden bir araya getirmek ister. Ama cennetten esen bir fırtına kanatlarına dolanmıştır ve bu fırtına öylesine güçlüdür ki, melek artık kanatlarını kapayamaz. Fırtına onu sürekli olarak sırtını dönmüş olduğu geleceğe doğru sürükler; önündeki yıkıntı yığını ise göğe doğru yükselmektedir. Bizim ilerleme diye adlandırdığımız, işte bu fırtınadır.”[*]
Gezi Hareketi’nin başlamasından bu yana geçen on iki yıl, bize net bir zafer veya net bir yenilgi anlatısından daha fazlasını düşündürmeli. Çünkü tarihsel olayların gerçek anlamı, ne sadece olasılıkları ne de sonuçları üzerinden okunabilir. Eğer Gezi Hareketi’ni değerlendireceksek, direnişin başlangıç noktasındaki umut, coşku ve dayanışmanın yanı sıra, sonrasında yaşanan büyük altüst oluşları da hesaba katmamız gerekiyor.
2013 Mayıs’ında İstanbul’un tam ortasında küçük bir parkın içinde birkaç ağaca sarılarak onları korumaya çalışan gençlerin itirazlarıyla başlayan direniş, sadece birkaç gün içinde tüm ülkeyi sarsan büyük bir isyana dönüştü. Bu, uzun zamandır birikmiş olan öfke, umutsuzluk ve baskıya karşı patlayan kolektif bir tepkiydi. Gençler, kadınlar, işçiler, akademisyenler, LGBTİ+ bireyler ve hayatın tüm alanlarından insanlar, kimsenin tahmin edemeyeceği bir dayanışma ve yaratıcılıkla sokağa çıkarak seslerini yükseltti. Gezi, yalnızca çevreci bir tepki değil, aynı zamanda tüm baskı biçimlerine, iktidarın otoriterleşmesine ve yaşam alanlarının gasp edilmesine karşı güçlü bir siyasî itirazdı.
Forumlardaki aşağıdan demokrasi, parkta kurulan dayanışma mutfakları, kütüphaneler, revirler, “başka bir toplumsal düzen”in önizlemesi gibiydi. İktidarın dağınık görünen bu hareketlerden ürkmesinin nedeni de imkânsız olarak görülen o düzenin imkânını kanıtlamasıydı.
Bu yüzden iktidar, hızla bu hareketi düşmanlaştırdı. Başlangıçta “üç-beş ağaç meselesi” olarak küçümsediği hareketi, kısa süre içinde “dış güçlerin oyunu”, “terör örgütlerinin manipülasyonu” gibi argümanlarla yaftaladı ve kriminalize etti. Böylece Gezi direnişi, iktidarın kendi tabanını mobilize etmek ve kutuplaşmayı derinleştirmek için kullandığı bir araca dönüştü.
Gezi’nin ardından Türkiye, daha derin bir karanlığa sürüklendi. İktidar, direnişi bastırdıktan sonra bütün demokratik hakları ve alanları hızla gasp etmeye başladı. Akademi susturuldu, üniversitelerin özerkliği yok edildi, öğrenci etkinlikleri yasaklandı, 8 Mart yürüyüşleri ve Onur Yürüyüşleri engellendi. Yargı, siyasetin sopasına dönüştürüldü. İktidarını kaybetme korkusu yaşayan dönemin başbakanı Erdoğan, önce kendi ortağıyla kanlı bir hesaplaşmaya girişti, sonrasında “darbe” olarak adlandırılan tuhaf bir kalkışmanın ardından mutlak bir yetkiyle Cumhurbaşkanlığına yükseldi. Türkiye, parlamenter sistemden tek adam rejimine geçerken, muhalefet ve geniş halk kesimleri çaresizlik içinde bu süreci sona erdirmenin yollarını aradı. Çoğu zaman yanlış yerlere sapıp, çıkmaz sokaklara girerek…
Böylece Gezi’nin umudu, dayanışması ve yaratıcılığı giderek kaybolmaya başladı. Çünkü iktidar, direnişin potansiyelini gördü ve kendini yeniden örgütleyerek, baskıcı mekanizmalarını güçlendirerek buna karşılık verdi. Bugün Türkiye’de demokratik hakların, hukuk sisteminin ve özgürlüklerin tamamen geriye gitmesi, Gezi sonrasının iktidar tarafından nasıl şekillendirildiğinin göstergesidir. Osman Kavala’nın yıllardır süren hukuksuz esareti, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater, Mine Özerden ve daha nicelerinin hayatlarından çalınan seneler, Gezi’nin sadece romantik bir hikâyeden ibaret olmadığının acı kanıtlarıdır.
Tam da bu yüzden Gezi’yi romantikleştirmek, hareketin gerçek potansiyelini görmezden gelmek ve geleceğe dair çıkarılması gereken dersleri unutmak anlamına geliyor. Direnişin büyüsünü anmaya dönüşen törensellik, pratik politik yenilginin üstünü pelerin gibi kaplıyor. Oysa devrimci bir program, yenilgiyi estetize etmekten değil, yenilgiyle yüzleşip yeniden örgütlenme kudreti üretmekten geçer. Bu anlamda sürekli romantik bir nostaljiyle Gezi’nin “zaferini” kutlamak, gerçekte iktidarın hegemonyasını daha da sağlamlaştırmasına olanak tanımaktan başka bir şeye yaramaz. Gerçek bir başarı, yalnızca anlık kıvılcımlarla değil, kalıcı dönüşümler ve kazanımlarla ölçülmeli.
Gezi’den süzülen en somut ders şu olmalı: 2013’teki halk direnişi, kalıcı örgütsel yapılara evrilemediği için devletin baskı araçlarına yem oldu. Dolayısıyla bugünün görevi, yeni olağanüstü anları beklemek değil, örgütlenmeyi olağanlaştırmaktır. Gezi ya da 19 Mart sonrası eylemlilikler gibi olağanüstü anlara hazır olmanın, bu anlardan gerçek devrimci dönüşümler çıkarmanın yegâne yolu budur.
Gezi’nin devrimci mirasını sahiplenmek, onun getirdiği tarihsel sorumluluğun da bilincinde olmayı gerektirir. Bu bilinç, nostaljik bir yanılsamayla yetinmemeyi, mücadelenin devam etmesi gerektiğini ve iktidarın inşa ettiği karanlığı aşacak yeni yöntemler ve stratejiler geliştirilmesini zorunlu kılar. Bu yüzden Gezi’nin mirasını, romantizmin ve nostaljinin tuzağından kurtararak; gerçekçi, samimi ve sonuç odaklı bir mücadeleye dönüştürmek zorundayız.
Bugün yeniden ve daha güçlü bir sesle, Gezi’nin yarım bıraktığı işi tamamlamak için mücadele etmek, kaybettiklerimize, acı çekenlere ve hâlâ esaret altında olanlara borcumuzdur. Bugün, 12 yıl sonra, hâlâ Gezi’de olduğumuzu kanıtlamak, yalnızca geçmişe sadakat değil, geleceğe meşruiyet armağan etmektir.
Benjamin’in “fırtınası geleceğe savuruyor” dediği tarih meleği gibi, Gezi’nin de bir meleği var. O melek, ardına dönüp baktığında yıkıntılardan ibaret bir tekil an değil, sürmekte olan bir enkaz ve imkân yığınını görüyor. Tıpkı olması gerektiği gibi.
[*] Pasajlar, Çev: Ahmet Cemâl; YKY; İstanbul; 1992; 1.baskı; Sayfa: 37