Kimlik kavramı artık herkesin dilinde. New York Times’ın da yakın zamanda belirttiği gibi, bu durumun giderek artan bir şekilde ulusun tüm sorunlarından sorumlu tutulması tanıdık bir nakarat haline geldi.[1] Hem solcu hem de sağcı politikacılar, medya yorumcuları ve akademisyenler, hepsi, Fransız siyasi tartışmalarının içeriğinin Amerikanlaştığı konusunda hemfikir görünüyor. Son kırk yıl boyunca Fransızlar, Fransız filmlerinden daha fazla Amerikan filmi izlerken, McDonald’s’tan giderek daha fazla yemek yerken ve Amerika Birleşik Devletleri’ne seyahat etmek ülkenin elitleri için kaçınılmaz bir keşif yolculuğu haline gelirken, Fransız politikacıları ve entelektüelleri endişelendiren bu kültürel eğilimler değil.[2] “Amerikanlaşma” ifadesinden kastettikleri şey, Fransız cumhuriyetçiliğini tehdit eden bir tür kimlik politikasıdır. Marcel Gauchet gibi muhafazakar düşünürler, ‘Kuzey Amerika kampüslerinden yayılan ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı ideolojileri’ kınarken, bazı ilericiler de bu tür bir yaklaşımın indirgemeci ve ırk temelli bakış açısını eleştirmektedir.[3] Étienne Balibar gibi diğerleri ise, ırkçılık karşıtı ve sömürgecilik karşıtı bir Fransız Cumhuriyeti’nin yolunu açabileceği düşüncesiyle Amerika merkezli tartışmaların Fransa’ya gelmesini memnuniyetle karşıladı.[4] Ancak sonuçta hepsi, şu ya da bu biçimde, Fransa’nın son yıllarda Amerika kökenli fikirler tarafından entelektüel ve politik olarak dönüştürüldüğü konusunda hemfikir görünüyor. Ekim 2020’de Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, ABD’den ithal edildiğini iddia ettiği sosyal bilimler teorilerinin etkisi konusunda uyarıda bulundu. Daha sonra özellikle kesişimselliğin “her şeyi parçaladığını” söylemeyi de ihmal etmedi.[5] Ancak bu tür bir muhalefeti kimlik politikasına yönelik bir düşmanlık olarak görmek hata olur.
Gerçekten de Macron’un kimlik politikalarına karşı gösterdiği küçümsemeye rağmen, kendisinin de bunun yerine koyduğu alternatifi antikimlikçi olarak yorumlamak pek mümkün değildir. Macron, ortak noktalarımıza dayalı bir şeyler inşa etmenin, “Fransız olmak ne anlama geliyor?” sorusuna bir yanıt bulmak anlamına geldiğini savundu. Fransız vatandaşlarının rahatsızlıklarına kaynaklık eden şüphelerin kökeninde, ona göre, büyük çaplı göç ve bunun kimlik üzerinde yarattığı “kültürel güvensizlik” olgusu yatmaktadır. Fransız halkının göçmenler tarafından “büyük yer değişimiyle” tehdit edildiği yönündeki aşırı sağ söylemle flört eden Macron, Valérie Pécresse ve Eric Zemmour gibi, son seçim kampanyasını kimlik meselesi üzerinden yürütmeye karar verdi. Dolayısıyla bu bakış açısına göre, Amerikan woke kültürünün sorunu, kimlikleri özselleştirmesi değil, doğru bir biçimde özselleştirmemesidir.
“Fransız olmanın” aslında ne anlama geldiğine dair tartışmalar, kimlik politikasının reddini değil, onun zaferini açığa vuruyor. Bu durumu kavrayabilmek için, kimlik kavramının Fransa’daki yakın dönem hikayesine bakmak gerekiyor; bu hikaye Fransız üniversitelerini işgal eden woke gibi kavramlarla değil, 1980’lerin başından itibaren sınıf politikalarının ve kapitalizme alternatif modellerin itibar kaybetmesiyle başlıyor. Gaullizmin ve komünizmin çöküşüyle birlikte, Fransa’ya aidiyetin anlamı üzerine genellikle cumhuriyetçilik bayrağı altında yapılan tartışmalar, sol ve sağdaki yönetici elitler arasında cazibe kazandı.[6] Nicolas Sarkozy’nin eski danışmanı ve aşırı sağcı tarihçi Patrick Buisson’un yazdığı gibi, “Büyük ideallerin çöküşü ve kolektif umutların çölleşmesi içerisinde, kimlik isyanı, en mütevazı olanların bir yaşam tarzı kimliğine bağlılığını ifade eder”.[7] Buisson, 21. yüzyıl Fransa’sında kimliğin sınıfa galip geldiğini ve ekonomi konusundaki çatışmaların yerini “yaşam tarzının” tanımı ve bunun nasıl korunacağı konusundaki anlaşmazlıkların aldığını gözlemliyor.
Kısacası, Fransa’nın sorunu, ele avuca sığmaz bir Amerikanlaşma değil, kimlikçiliğin kınanmasının kendisinin bir tür kimlik politikası haline gelmesidir. Fransa, fikir çatışmasının (hangi tür politikayı istediğimiz) giderek kimliğin vurgulanmasıyla (ne istediğimiz kim olduğumuza bağlıdır) yer değiştirdiği bir ülke haline geldi. Ve politik anlaşmazlıkların yerini sonsuz farklılıkların aldığı bir dünyada, Walter Benn Michaels’ın belirttiği gibi, ‘önemli olan neye inandığınız değil; bugün kim olduğunuz, geçmişte kim olduğunuz ve gelecekte kim olmak istediğinizdir’.[8] Bu bağlamda, Fransız cumhuriyetçiliği, esasen, Fransız kimliğinin birbirine rakip tanımlarına indirgenmiş boş bir kavram haline geldi. Aşırı sağcı polemikçi ve önceki cumhurbaşkanlığı seçimi adaylarından Éric Zemmour, yakın zamanda “Bildiğimiz Fransa’nın hayatta kalması için bir mücadele veriyoruz” ifadesinde bulundu.[9] Best-seller kitabı “La France n’a pas dit son dernier mot” (Fransa Son Sözünü Söylemedi)’da yazdığı gibi, sosyal çatışma artık ekonomik meseleler etrafında değil, tarih savaşları etrafında dönüyor. Yani, kim olduğumuza dair savaşlar; kimin Fransız olabileceğine ve kimin olamayacağına dair savaşlar.
Son kırk yıl boyunca hem sol hem de sağ hükümetler neoliberal bir gündemi takip ettiler ve hakiki ekonomik tartışmaların yerine kültürel tartışmaları teşvik ettiler. Fransız siyasetini giderek kültür savaşı arenasına dönüştüren şey, sosyal bilimlerden çok bu post-ideolojik dönüştür.
İdeolojik Çağdan Çıkış
1988’de, tarihçiler Jacques Julliard ve Pierre Rosanvallon ile birlikte, Fransız Devrimi’nin muhafazakâr tarihçisi François Furet, Fransız Devrimi’nden miras kalan siyasi kültürün gerilemesini kutluyordu.[10] 1983’te sosyalist hükümetin ekonomik ortodoksiye yönelmesiyle birlikte Fransız politikasındaki devrimci gelenek kesin olarak yenildi. İşçi sınıfı modernize edilmiş bir kapitalizme entegre oldu, Fransız Komünist Partisi kargaşa içerisindeydi ve hatta Gaullist sağ bile önderlerinin Kasım 1970’teki ölümünden sonra sağ kalmayı başaramadı. Onların gözünde, siyasi ve ekonomik gerçekçilik adı altında eski Cumhuriyetin kalıntılarından yeni bir “merkez Cumhuriyeti” yükseliyordu. Rosanvallon, “Ekonomik kısıtlamalar öğretisi ve totalitarizm eleştirisinin yayılması bir araya gelerek Fransa’yı ideolojik çağından çıkardı” diye not etmişti.[11]
Ancak, onların Fransa’nın normalleşmesi olarak adlandırdığı şey, esasen kapitalizme herhangi bir alternatifin sona ermesi anlamına geliyordu. Burada, devrimci arzunun uzun süredir gerilemesi, Fransız üniversitelerine kaçak yollarla sokulan Amerikan kitaplarının etkisi değil, Fransız elitleri tarafından baştan sona yürütülen bilinçli bir siyasi projeydi.
Özellikle Fransız sosyalistler, 1981’de bankacılık sisteminin ve büyük sanayi işletmelerinin millileştirilmesi ve geniş kamu yatırımlarına dayalı politikaları içeren radikal bir programla seçildiklerinde, zaferlerinden Ronald Reagan’ın korkmaması gerektiğini çok açık bir şekilde ifade etmişlerdi. Yeni hükümet kadrosunun açıklanmasından üç gün önce, François Mitterrand, ABD başkanına Fransa’nın tüm taahhütlerine Atlantik İttifakı çerçevesinde ve açık bir ekonomi ilkelerine uygun bir biçimde saygı göstereceğini belirten kişisel bir mesaj gönderdi.[12]
Ertesi gün, ABD Başkan Yardımcısı George H. W. Bush ile Elysee Sarayı’nda yapılan gizli bir toplantıda, Fransa’da komünizmin etkisini önemli ölçüde azaltan ilk politikacı olduğunu ve önemsiz bakanlıklarda dört komünistin olduğunu, “onların da kendi ekonomik politikalarına katıldığını ve sosyal huzursuzluk çıkarmalarının imkansız olduğunu” ekledi.[13] Bu nedenle, on yıl sonra, Bush ve Bill Clinton Irak ve Yugoslavya’ya karşı savaş başlattıklarında, her ikisinin de Mitterrand’ı güçlü bir müttefik olarak bulmaları şaşırtıcı değildi. 1990’ların sonunda, sosyalistlerin transatlantik ittifakını Fransız dış politikasının omurgası haline getirdikleri açıktı. Quai d’Orsay, Fransız Dışişleri Bakanlığı, giderek daha fazla Amerikan yanlısı çevreler tarafından kontrol edildi ve bu etki, 2009’da Nicolas Sarkozy tarafından Fransa’nın NATO’nun askeri komutanlığına kalıcı olarak yeniden entegrasyonu ile zirveye ulaştı.[14]
Ekonomi alanında, Mitterrand’ın 1983’te kemer sıkma politikalarını benimsemesinden önce, Fransız “yeni iktisatçılar” 1970’lerde Milton Friedman gibi neoliberal düşünürleri popülerleştirmeyi ve tercüme etmeyi başarmışlardı. Kamulaştırmaların yerini özelleştirmeler aldı ve işgücü piyasası reformları ile ücretlerin makul seviyede tutulması, Fransa’nın küreselleşmiş bir pazarda endüstriyel rekabet kapasitesini artırmak için uygulandı. Düşük enflasyon, daha önceleri tam istihdam sözü vermiş bir hükümetin önceliği haline geldi ve özel yatırımları teşvik etmek için vergi indirimleri teşvik edildi. 1984’te başkan ABD’ye resmi ziyareti sırasında, Amerikan Kongresi’ne Fransız ekonomisinin “konfor” yerine “riski” tercih ettiğini belirtti ve start-up’lar, risk sermayesi şirketleri ve teknolojik inovasyon hakkında bilgi almak için Silikon Vadisi’ne bir ziyarette bulunmayı planladı.[15] O dönemde Maliye Bakanı ve sonraki yılların Avrupa Komisyonu Başkanı olan Jacques Delors, Fransa’nın Amerikan tarzı bir modernizasyona ihtiyacı olduğunu belirtti.
Daha sonra şunu eklemeyi de ihmal etmedi: “Fransızlar acilen piyasanın ruhuna uymalı.” Ekonomik gerçekçilik adına solun artık “antikapitalist efsaneyi” bir kenara bırakması ve “piyasayı, şirketi ve patronları” yeniden canlandırmaya çalışması gerekiyor çünkü “bir toplum aynı zamanda eşitsizlikleri sayesinde de ilerler”.[16]
Aynı yıl, aralarında geleceğin başkanı François Hollande’ın da bulunduğu genç Sosyalist Parti üyeleri tarafından imzalanan kısa bir köşe yazısında, Fransa’da bir dönemin sonunun geldiği belirtildi. Genç sosyalistler, “İşçi sınıfına dair dogmatik anlayış, iş yerinin aynı zamanda bir özgürlük alanı olabileceği fikri, bireylerin dayanışmacı sosyal gruplara ait olabileceği düşüncesi, zamanın ruhuna uygun olmayan bir siyasi programın savunulması” gibi her şeyin terk edilmesi gerektiğini savundular.[17] Fransız piyasası hiçbir zaman Amerikan tarzı neoliberalizme dönüşmemiş, devlet yönlendirmeli karakter korunmuş ve son yıllara kadar oldukça yeniden dağıtıcı bir sosyal model varlığını sürdürse de her türlü ciddi sosyalist gündem sona erdirilmiştir. Mitterrand’ın erken dönem programının yerine Avrupa projesini benimseyen Fransız sosyalistleri, önce 1988’de sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesiyle, sonra da 1992’de işçiler tarafından kitlesel olarak reddedilen Maastricht Antlaşması ile neoliberal bir Avrupa Birliği’nin inşasında kilit aktörler oldular. Mitterrand’ın kendisinin de itiraf ettiği gibi: “İki büyük arzu arasında kaldım: Avrupa’nın inşası ve sosyal adalet.”[18] Partisi 1991’de “Kapitalizm tarihsel ufkumuzu sınırlıyor” diye ilan etmişti. Bu nedenle, 1981’deki sosyalist zafer, Jean Baudrillard’ın kehanet dolu yorumunda işaret ettiği gibi, Alien filminin siyasi bir versiyonuydu, bu versiyonda canavar ise neoliberalizmdi. Baudrillard, “Ne bir devrim ne de tarihi bir olay, söz konusu olan tarih-ötesi çağın uzun süredir gecikmiş doğumu” diye ekleyecekti.[19]
Nihayet ekonominin nasıl yapılandırılacağı konusundaki çatışmalardan kurtulmuş olan bu ideoloji sonrası dönemin Fransa’sında, politikanın düzenleyici ilkesi ne olmalıydı? Birçok düşünür için, eğer devrim hayaleti uzaklaşmışsa, kültür ve kimliğin Fransız politikasının merkezi sorunu olacağı hızla ortaya çıktı. Bu yeni merkez Cumhuriyetin doğuşunu kutlayan Julliard, “kütürün solmaya yüz tutan ideolojilerin yerini” alacağını ve yeni yönetici sınıfın “anahtar kelimesi” olacağı beklentisini taşıyordu.[20] Hollande, 1984’te Fransızların ideolojik ve mucizevi çözümler beklediklerinden yakınmış ve onların solun “bir ekonomik proje değil” ama “bir değerler sistemi” olduğunu, “bir üretim tarzı değil ama bir yaşam tarzı” olduğunu ve bu durumun fırsat eşitliğini desteklemeyi ve herkesin “farklı olma özgürlüğünü” içerdiğini artık anlamaları gerektiğini yazmıştı.[21]
Kültür, artık toplumsal düzenin farklı örgütlenme tarzlarından ziyade kim olduğumuza dair farklı tanımları karşı karşıya getiren ideolojik olmayan çatışmaları öne çıkaran bir kavram haline geldi. Sınıfın kendisi kapitalizmin etrafında örgütlendiği bir yapı olmaktan ziyade, mevcut kimliklerden bir tanesi haline gelmeliydi. Jean-François Trans takma adını kullanarak, François Hollande, 1983’te “La Gauche bouge” başlıklı bir kitapta, “20. yüzyılın sonunda meselenin artık işçi sınıfının siyasi temsilini sağlamaktan değil, aksine ‘özgürleştirici pazarın’ erdemlerini kutlamaktan” ibaret olduğunu savundu. Geleceğin başkanı, “Artık rüyalar bitti, hayaller gömüldü, boş kuruntular kayboldu. Hesaplar mutlaka dengelenmeli, zorunlu katkı payları azaltılmalı, polis kuvvetlerinin sayısı artırılmalı, milli savunma korunmalı, işletmeler modernize edilmeli, inisiyatifler serbest bırakılmalıdır” diye yazdı.[22] Artık mesele ekonomik yapıyı dönüştürmek değil, herkese bu yapıya katılma imkanı sağlamaktı.
Bu değişimin merkezinde ise Michel Rocard’ın Birleşik Sosyalist Parti’si (PSU) ve Fransız Demokratik Emek Konfederasyonu (CFDT) ile ilişkilendirilen Fransız sosyalizminin azınlık ama etkili bir akımı olan “deuxiéme gauche” (ikinci sol) yer alıyordu. Söz konusu akım bu adı 1977’deki Sosyalist Parti kongresinde Rocard tarafından yapılan bir konuşma sonrasında almıştı; bu konuşmada Rocard, iki sol arasında bir ayrım yapıyordu: Bunlardan biri “uzun süredir hakim olan, Jakoben, merkeziyetçi, devletçi, milliyetçi ve korumacı” olan birinci sol, diğeri ise “merkeziyetçi olmayan” ve “patronların olduğu kadar devletin de keyfi hakimiyetini reddeden” ikinci soldur. Bu sol, “kadınlar veya toplumda kötü karşılanan azınlıklar gibi bağımlı çoğunlukları özgürleştirmeyi amaçlıyordu: gençler, göçmenler, engelliler”.[23] Parti içerisinde azınlık kanatta olmasına rağmen, Rocard, kemer sıkma politikasına geçildikten sonra Başbakan olacak ve onun çizgisi parti içinde büyük ölçüde kabul görecekti.
Sınıfa Karşı Kültür
Ciddi bir sosyal dönüşüm projesinden vazgeçerken ufuklarını yeniden icat etme zorunluluğu ile karşı karşıya kalan Fransız sosyalistler, stratejik olarak kültürel mücadeleyi yeni varoluş nedeni olarak seçtiler. Neoliberal bir ekonomik programı onaylarken, kültürel cephede eylemlerini genişletip modernize edilmiş bir ırkçılık karşıtı söylemi teşvik edecekler, sınıf mücadelesinin doğrudan savunulmasından yavaş yavaş vazgeçeceklerdi.
1983’teki u-dönüşünden sadece bir yıl sonra, sosyalist militanlar, yeniden dağıtım konusuyla ilgisiz, tamamen ahlaki bir ırkçılık karşıtlığını ve fırsat eşitliğini teşvik etmek amacıyla SOS Racisme’i kuracaklardı. Organizasyon, 1980’lerin başında artan ırkçı suçlar üzerine genç Fransız Mağripler tarafından başlatılan Eşitlik ve Irkçılığa Karşı Yürüyüş’ü koordine etmek amacıyla kurulmuştu.[24] Ekim 1983’te Marsilya’da on yedi kişiyle başlatılan yürüyüş, tüm ülkeyi dolaşacak ve aynı yılın Aralık ayında Paris’e dönerken yüz binin üzerinde insanı toplayacaktı. Politik tavrı muğlak olan bu hareket, bir polisin saldırısına uğrayarak ağır yaralanan Fransız-Cezayirli genç militan Toumi Djaïdja tarafından, 1963 Washington Yürüyüşü’ne atıfta bulunarak bir sivil haklar yürüyüşü olarak tasarlanmıştı.
Ancak, ilham aldığı ve onun imajına göre yaratılan Amerikan yürüyüşünden farklı olarak, söz konusu sosyalist STK, sokak konserleri, televizyon programları ve ünlülerin ve zengin hayırseverlerin desteğinden oluşan boş bir ırkçılık karşıtlığını savunur hale geldi. Sosyalist hükümet tarafından siyasi bir araç olarak kullanılan SOS Racisme, daha geniş bir eşitsizlik mücadelesiyle bağlantısız bir ırkçılık karşıtlığı anlayışını teşvik edecekti. Irkçılık bir stereotipler meselesine indirgenmişken, ırkçılık karşıtlığı hızla siyasi olarak zararsız bir girişime dönüştü ve Gérard Noiriel’in belirttiği gibi, “sosyal sorunların kökenine dayanan sorunları ırksal terminolojiyle tanımlamaya”[25] yol açtı. Polis şiddeti, barınma ve istihdam konuları, işçilerin maruz kaldığı ekonomik sorunlar, hükümet tarafından göz ardı edildi.
Bu apolitikleşmenin en çarpıcı yönü, ikinci nesil göçmen gençleri tanımlamak için kullanılan kültürel çerçeveydi. “Beur” teriminin genç Arapları tanımlamak için popülerleşmesi, bu modernize edilmiş ırkçılık karşıtı söylem, kültürlerini siyasi tartışmanın merkezine yerleştirdi ve işçi sınıfı mücadelesi ile göçmen gençlerin mücadeleleri arasındaki kopuşu hızlandırdı.[26] Bu gelişme, özellikle 1982-1984 yılları arasında gerçekleşen bir dizi grevin geniş çapta itibarını zedelemesi nedeniyle önemliydi. Citroën ve Renault’ya ait çeşitli otomobil fabrikalarında gerçekleşen bu grevlerin başını sendikalı göçmen işçiler çekiyordu ve çalışma koşullarına odaklanıyordu. Ancak hükümetin desteğinden yoksun kalınması ve grevlerin “İslamcı ajitasyonlar” olarak tanımlanması, Fransız işçi hareketi üzerinde derin etkiler yarattı. Sosyolog Abdelalli Hajjat’ın belirttiği gibi, yürüyüşçü genç Araplar hoşgörüyü teşvik etmek için örnek haline gelirken ve sembolik olarak kamusal alanın bir parçası olurken, sendikalı işçiler Müslüman ajitatörler olarak tasvir edildi.[27]
Bir anlamda, din işyerinde sınıf mücadelesinin yerini alırken, kültür de banliyölerde barınma ve istihdam gibi sosyal sorunların önüne geçti. Fransız sosyalistlerin bu stratejisi, genç Arapların koşullarını sınıf ilişkileri prizmasından görmelerini zorlaştırdı. Ekonomik cephede sosyalistlerin geri çekilmesi ve işçi hareketinin gerilemesiyle beslenen bu dönüşüm, sonraki on yıl boyunca sol ile işçi sınıfı arasındaki kopuşu hızlandıracaktı. Jean-Loup Amselle’in belirttiği gibi, sosyalin kültürel alana dönüşümü, bu modernize olmuş solun belirgin özelliği haline gelecekti.[28] Ancak söz konusu dönüşüm, sosyalistlerin kazanabileceği yeni bir toplumsal blok oluşturma yönündeki uzun vadeli girişimi olarak anlaşılmalıdır.
Gerçekten de yüksek işsizlik ve sanayisizleşmenin vurduğu Fransa’da ekonomik yeniden yapılanma, sosyalistleri iktidara taşıyan siyasi koalisyon üzerinde kalıcı etkiler yaratacaktı. Bruno Amable’in yakın zamanda belirttiği gibi, yeni makroekonomik yönelim, “sol blokun en temel politik beklentilerini göz ardı etmeyi gerektiriyordu, bu da ‘sol’ olarak adlandırılan hükümetin sosyal tabanının neoliberal yönelime daha uygun bir başka tabanla değiştirilmesi gerektiği anlamına geliyordu”.[29] Sosyalistlerin 1981’de kazanmalarını sağlayan koalisyon sürdürülemezdi. Sosyalistler, modernleştirici projelerini daha eğitimli seçmenler, kalifiye orta sınıfın bir kısmı ve ekonomik sistemin dışında kalanlardan oluşan yeni bir toplumsal taban etrafında inşa etmek zorundaydılar. Ekolojist düşünür André Gorz’un, “Adieux au prolétariat” (Elveda Proletarya) adlı polemik denemesinde yazdığı gibi, geleneksel işçi zaten kayboluyordu, yeni marjinalleşmiş bir grup, çalışma piyasasından dışlananlar, politik tartışmayı dışlanma sorununa yöneltiyordu.
Uzun vadede, bu tür bir dönüşüm, farklı sosyal sınıfları temsil eden parti sisteminden çoklu elitlere dayanan bir parti sistemine yavaş bir geçişi hızlandırdı. Thomas Piketty’nin belirttiği gibi, 1950’ler ve 1960’larda en eğitimliler genellikle sağa oy verirken, sonraki on yıllarda büyük bir tersine dönüş gerçekleşecekti. İşçi sınıfı seçmenleri oy kullanmaktan kaçınmayı giderek daha fazla tercih ederken sol daha fazla eğitimli seçmenlere dayanacaktı. Bu tür bir konfigürasyonda, Fransız sosyalistler hızla eğitimli elitlerin partisi (Brahmin solu) haline gelirken, sağ mülk sahibi sınıfın partisi (tüccar sağı) olacaktı.[30]
2000’li yıllarda, böyle bir yeniden yapılanmanın yol açtığı sosyal demokrasinin krizi, birçok sosyalist lideri stratejilerini radikal bir şekilde yeniden değerlendirmeye yöneltti. Düşünce kuruluşu Terra Nova, yeni bir çoğunluk oluşturmak için radikal bir öneri sunacaktı. Bu think-thank’e göre, 1970’lerin sonlarında, işçi sınıfına dayanan tarihi koalisyonun kriziyle birlikte kültürel cephede yeni siyasi bölünmeler ortaya çıkmıştı. Terra Nova, işçi sınıfının gerilemesinin işsizlik, güvencesizlik ve “sınıf gururunun” kaybıyla sonuçlandığını belirterek, yeni bir koalisyonun inşasının önünü açtığını savunuyordu. Onlara göre, yeni sol yarının Fransa’sının yüzü olmalıydı: “daha genç, daha kadın, daha çeşitli, daha eğitimli, ama aynı zamanda daha kentli ve daha az Katolik”. Tarihsel sosyalist seçmenden farklı olarak, “bu yarının Fransa’sı her şeyden önce ilerici kültürel değerlerle birleşmiş durumda: değişim istiyor, hoşgörülü, açık, dayanışmacı, iyimser ve atılgan.[31]
Bir kimlik olarak yeniden tanımlanan sınıf, artık modası geçmiş ve muhafazakâr bir sosyal oluşum olarak görünmektedir. Ve 2012 yılındaki seçimde François Hollande, kısmen finans kapitalizmine yönelik açıktan eleştirisi sayesinde kazandıysa da başkanlığı birçok açıdan yukarıda bahsettiğimiz çizgiye uyacaktı. Ekonomik cephede, şirketler için vergi indirimlerini büyük ölçüde genişletti, işgücü piyasasının düzensizleşmesini ve sanayisizleşmeyi teşvik etti; kültürel cephede ise eşcinsel evlilik, taşıyıcı annelik hakkı (GPA) ve Fransa’nın sömürge geçmişinin tanınması konularında önemli zaferler kazandı. Ancak, sınıf dilinin kamusal söylemden tarihsel olarak bu şekilde marjinalleştirilmesi, kültürel alanda kimlik referanslarını farklılık noktaları olarak güçlendirmekten başka bir işe yaramadı ve Fransız kimliğine dair giderek artan çeşitli kavramları karşı karşıya getirdi. Cumhuriyetçiliğe artan ilginin kendisi bile vatandaşlık kavramının birbiri ile rekabet içerisinde olan farklı tanımlarının konusu haline geldi. Bir yanda, kapsayıcı bir vatandaşlık anlayışı; diğer yanda ise Müslümanları giderek daha fazla hedef alan Fransız katolik kimliği ve tarihinin çoğulculuk karşıtı ve asimilasyoncu bir savunusu.
Sosyalizme Karşı Kimlik
1980’lerde, sağ siyasetçiler neredeyse simetrik bir şekilde kimlik temeline dayanan kendi cumhuriyetçi politika yaklaşımlarını geliştirdi. Solun kültürel alanda fikirler savaşını kazandığı fikrine takıntılı olan aşırı sağ düşünürler, kendi projelerini oluşturmak için yeni yollar aramaya başladılar ve seçmen tabanlarını harekete geçirecek stratejiler geliştirdiler. Bu süreçte, özellikle Club de l’Horloge gibi düşünce grupları önemli bir rol oynadı.
1974 yılında “École nationale d’administration” mezunları tarafından kurulan bu kulüp, sosyalizmin “kimliklerini kaybetmelerinden”[32] sorumlu olduğu fikrini yaygınlaştırdı. Onlara göre, Marksizm “ulusal duygulara karşı bir savaş makinesiydi”. Kulübün kurucularından Jean-Yves Le Gallou, sosyalist hükümetin ilk yıllarını “totaliter” olarak nitelendirmekten çekinmeyerek açıkça kimlikçi ve neoliberal bir dönüşüm çağrısında bulunuyordu.[33] Ancak 1980’lerin ortalarına gelindiğinde, “sosyalist ideolojinin, özellikle Marksist biçiminin gerilemesiyle beraber ulusal kimlik fikrinin yeniden uyanışına tanık oldukları” yönünde gözlemlerini belirtiyorlardı.[34] Başka bir deyişle, sağ için sınıf politikası tam da siyaseti düşünmenin temel ilkesi olarak kimliğin altını oyduğu için bir sorundu.
Gaullizm’in ortadan kalkmasıyla birlikte, sağ Cumhuriyetçilik hızla kısıtlayıcı bir vatandaşlık tanımının yeni bir ifadesi için ideal bir araç haline geldi. Aynı dönemde, eski Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing, aşırı sağcı “Valeurs actuelles” gazetesine verdiği röportajda, göçün Fransız kimliği için bir tehdit haline geldiğini belirtti. Sağa göre Fransa’nın yaşadığı şey, kimliğinin modernleşmiş bir sol tarafından teşvik edilen yeni çoğulculuk ve göç politikaları tarafından boğularak yok edilmesiydi. Jacques Chirac’ın Rassemblement pour la République’inin (RPR) sağ kanadında etkili olan bu grup, Gaulle’cü mirasın kesin olarak ortadan kalkmasından sonra kalıcı bir etkiye sahip olacaktı.
Bu fikirler siyasi arenada bir süre marjinal kalsa da medya ortamının özel sektörün eline geçişi ve parti demokrasisinin çöküşüyle birlikte entelektüeller, gazeteciler ve köşe yazarları bu anlatıyı yaygınlaştırdılar. Kitle partileri hızla Amerikan tarzı televizyon ön seçimleriyle yer değiştirdi, politik girişimciler vatandaşları değil, pazar paylarını kazanmayı hedeflemeye başladılar. Diğer Batı demokrasilerinde olduğu gibi, Fransa da hızla düşen seçim katılımı, yozlaşmış ve parayla boğulmuş siyasi kampanyalar ve giderek Fox News’e benzeyen özel medya kanallarıyla karakterize olmaya başladı. Mitterrand 1981 seçim kampanyası için yaklaşık 7 milyon euro harcarken, Sarkozy’nin 2012 seçim kampanyasında 40 milyon eurodan fazla harcadığı, bunun yarısının yasa dışı finansman sistemleriyle sağlandığı tahmin ediliyor.[35] Fransa, yeni bir popülist duyarlılıkla eğitilmeyi bekleyen atomize olmuş vatandaşlardan oluşan bir siyasi boşluğu egemenliği altına alan girişimcileriyle birlikte Batı’daki diğer ülkeler gibi bir ülke haline geliyordu.
Bu derin dönüşüm karşısında Sarkozy, neoliberal bir programı kimlik temalarıyla harmanlayarak eski Gaullist partiyi radikal bir şekilde daha da sağa itme fırsatını yakaladı. Seçimlerden birkaç gün önce, küreselleşmeyle başa çıkabilmek için “kimlik gereksiniminin” geri geldiğini açıkladı. Bu stratejinin mimarı, başkanın en yakın danışmanı Patrick Buisson’du; Buisson, 1980’lerde aşırı sağ bir propagandistti ve Jean-Marie Le Pen’in yakınıydı, Fransız Cezayiri yanlısıydı ve 1981-1987 yılları arasında aşırı sağcı Minute gazetesinin yöneticisiydi. “Ekonomik ve sosyal meselelerle şekillenen geleneksel bölünmenin ortadan kalktığına” inanan Buisson, ‘kimlik sorunu etrafında yeni bir bölünmenin’ yükselmesini bekliyordu. Bu, kendisi ve takip eden yıllardaki pek çok kişi için “diğerlerini gölgede bırakan temel siyasi meseleydi.”[36]
Buisson’un rehberliğinde Sarkozy, kampanyasını ve cumhurbaşkanlığını küreselleşme ve göç fırtınasında kaybolan Fransız kimliğini yeniden tesis etmeye odakladı. Otoritenin yeniden tesis edilmesine ve entelektüel ve ahlaki göreceliliği dayatmakla suçlanan Mayıs 68’in kınanmasına dayanarak, seçmenlerine Fransa’nın “kimliğine sahip çıkan, tarihine sahip çıkan bir ulus” olacağı sözünü verdi.[37] 1980’lerin aşırı sağının klasik fikirlerinin çoğunu yineleyerek, sermayenin artık sınırlar arasında kolayca dolaşabildiğini ancak “kültürel sınırların” her ne pahasına olursa olsun korunması gerektiğini savundu.
Bu doğrultuda Sarkozy, çağdaş Fransa tarihindeki en tartışmalı bakanlıklardan biri olan Göç, Entegrasyon, Ulusal Kimlik ve Ortak Kalkınma Bakanlığı’nı kurdu. Amaç, neoliberal reformların ve sanayisizleşmenin yarattığı sosyal güvensizliği, var olan kültürü kaybetme korkusuna dönüştürmekti. Göçü ulusal kimlikle ilişkilendirerek, Fransa Başkanı açıkça vatandaşlık tartışmasını ırksal ve dini kriterler doğrultusunda yönlendirdi. Fransız olmak bir hak meselesi değil, daha çok cumhuriyetçi değerlerin kısıtlayıcı bir tanımını kabul etme kapasitesine bağlı hale geldi.
2009 yılında hükümet, belediyeler ve sanal platformlar aracılığıyla Fransa genelinde ulusal kimlik üzerine yüzlerce tartışma düzenledi. Ülkenin dört bir yanından Fransız vatandaşları, bugün Fransız olmanın ne anlama geldiği sorusunu tartışmaya davet edildi. Hükümete göre amaç “Fransız olmaktan duyulan gururu” yeniden teyit etmekti, ancak bu, göçmenlere karşı güçlü bir kızgınlığın ve o zamandan bu yana hiç azalmayan Müslümanlara yönelik şüphelerin alevlenmesiyle sonuçlandı.
Macron’un bu tür bir stratejiyi şu an tekrarlaması da aynı türdendir: bu, kimlik siyasetine bir alternatif değil, toplumsal sorundan kaçmanın bir yoludur. Başta Sarı Yelekliler’in iki yıllık mücadelesi olmak üzere, kendi politikalarının yarattığı sınıf çatışmalarıyla yüzleşmek için, başkan, bilinçli olarak siyasi tartışmayı Fransız olmanın ne anlama geldiği konusuna odaklamaya karar verdi. Açıkça Sarkozy’nin 2009’daki taktiğinden ilham alan Macron, yüz binlerce kişi artan fiyatlar ve neoliberal mali politikalara karşı ülke çapında bir harekete katılırken selefinin tartışmalı söylemlerinin peşinden gitmeyi seçti.
Yoksullardan vergi alıp zenginlere verme prensibini izleyen Macron’un devrimci yanı, çağdaş Fransa’nın en eşitsiz dönemine başkanlık etmiş olmasıdır. Mitchell Dean’in France adlı kitabında belirttiği gibi, “göstericilerin gözlerine, ellerine, yüzlerine ve vücutlarına isabet eden her göz yaşartıcı gaz mermisi, plastik mermi ve bunların kullanımından kaynaklanan her yaralanma” bir kimlik krizinin değil, “neoliberal yönetimselliğin dayatılmasının başarısızlığının” kanıtıdır.[38] Bir yılı aşkın bir süre boyunca milyonlarca insan Fransa’nın dört bir yanındaki kavşakları işgal ederek demokrasi, eşitsizlik, çalışma düzeni ve vergileri tartışırken, hiç kimse hayalindeki Fransız yaşam tarzının korunmasını ciddi bir şekilde tartışmadı. Sarı Yelekliler için korunması gereken bir şey varsa o da kültürleri değil, gelirleriydi. Tarihçi Gérard Noiriel, hareketin en büyük başarılarından birinin, sosyal meseleyi kamusal alanın merkezine geri getirerek kimlik temelli tartışmaları bir anlığına marjinalleştirmeyi başarması olduğuna işaret etmiştir.[39]
Buna yanıt olarak Macron, Fransa genelinde belediyelerde, çevrimiçi platformlarda ve toplantılarda gerçekleşen ulusal bir tartışma başlattı. Cumhurbaşkanı tarafından seçilen ilk tartışma konuları arasında, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, göç ve kimlik meselesi vardı. Başkan, Sarı Yelekliler karşısında “Ayrıca ulusun derin kimliğinin ne olduğu konusunda hemfikir olmamızı ve göç sorununu ele almamızı da istiyorum” dedi.[40] Ancak bu girişim öfke uyandırdı ve hareketin baskısı altında konu geri çekildi. Bu öneri özellikle alaycı bir niteliğe sahipti çünkü Sarı Yelekliler’in programının kırk beş maddesinden hiçbiri göç veya ulusal kimlikle ilgili değildi. Ancak Sarı Yeleklilerin temel taleplerinden biri servet vergisinin yeniden tesis edilmesi olsa da Macron bunu tartışmaya dahil etmemeye karar verdi.
Ancak hareketlenmenin karşısında tartışmanın şartlarını değiştirmedeki yetersizliği çok uzun sürmedi. Hükümetin kamusal tartışmayı tamamen kimlik meseleleri üzerine yeniden odaklaması bir yılı bile bulmadı. Hükümet Sarı Yelekliler’i ve taleplerini marjinalleştirmeyi başardıkça, cumhuriyetçiliği savunma kisvesi altında kimlik arayışı çok daha kötü bir tona büründü ve kamuoyunun dikkatini Müslümanların özerk bir biçimde vatandaş olabilme kapasitesine odakladı. Bruno Amable’ın yakın zamanda belirttiği gibi Macron, neoliberal modelin unsurlarını otoriter ve kimlikçi bir modelle birleştirdi.[41] Eski başkan Sarkozy gibi Fransız vatandaşlığı sorununu açıkça Müslüman göçüyle ilişkilendiren Macron, kamuoyundaki tartışmayı aşırı sağ gündeme kaydırmaya karar verdi. Hükümetin bütün medya araçlarında iddia ettiği üzere sorun, Amerika kökenli liberal fikirlerin İslami aşırıcılığa karşı hoşgörüyü kolaylaştırmasıdır.
Şubat 2021’de Le Figaro gazetesi birinci sayfasında “Müslüman aşırılık yanlılarının ve radikal solun” üniversitelerde mevzi kazandığı ve her ikisinin de “ABD’den ithal edilen militan kavramlarla beslendiği” uyarısında bulundu.[42] Yüksek Öğretim Bakanı Frédérique Vidal, birkaç gün sonra bu İslamcı ve radikal sol yaklaşımların Fransız toplumuna nasıl zarar verdiğini anlatıyordu. Bu oldukça şaşırtıcı ilişkilendirme, Ekim 2020’de Paris’in bir banliyösünde lise öğretmeni Samuel Paty’nin bir İslamcı tarafından öldürülmesinin ardından yaygınlaştı. Bunun üzerine Fransa Eğitim Bakanı Jean-Michel Blanquer, üniversite içindeki “çok güçlü islamo-goşist akımlara” ateş püskürdü. Bakana göre, liseden atıldıktan sonra inşaatlarda çalışan on sekiz yaşındaki Çeçen mülteci terörist, “bir açıdan bu suça kaynaklık eden entelektüel yazarlar” tarafından teşvik edilmişti. Blanquer, saldırganın yalnız bir terörist olmaktan çok uzak olduğunu, bu tür radikalizmi teşvik eden fikirlerle, “Amerikan üniversitelerinden ve kesişimselci tezlerden kaynaklanan entelektüel bir matris” tarafından şartlandırıldığını ekliyordu. Özselleştirilmiş topluluklar ve kimliklere ilişkin söz konusu vizyon, “İslamcıların çıkarlarıyla örtüşüyordu.”[43]
Belki de daha önemlisi Vidal’in başlattığı soruşturmadır. Ulusal Meclis’te yaptığı konuşmada, “İster postkolonyalizm üzerine incelemeler olsun”, ister ırk ve kesişimsellik üzerine olsun, “islamo-goşizm”[44] ile bağlantılı tüm düşünce akımları hakkında geniş bir devlet soruşturması yürütüleceğini ilan etti. Fransız düşünür Pierre-André Taguieff’in 2002 yılında icat ettiği islamo-goşizm kavramı, “Müslüman köktendinciler ile aşırı sol gruplar arasındaki yakınlaşmaya” gönderme yapıyor.[45] Amerikan kampüs kültüründen cesaret alan İslamcıların ve solcuların, “sömürgecilikten kurtulmak, erkeklikten arınmak, Avrupalılıktan kurtulmak” şeklindeki üçlü slogan altında Avrupa medeniyetine karşı savaş yürüttükleri varsayılıyor.[46]
Paris banliyölerinde yaşayan genç cihatçıların yaygın bir şekilde Kimberlé Crenshaw ve Robin DiAngelo’nun kitaplarını okuduğunu veya kesişimsel feminizmi empoze etmeye çalıştığını hayal etmek zor olsa da tartışmanın asıl amacı bir sonraki başkanlık seçimlerine zemin hazırlamaktı. Bu Trump tarzı üslup, öncelikle Marine Le Pen’in Ulusal Birlik seçmenlerini cezbetmeyi ve hükümetin vasat ekonomi politikası ve COVID-19 salgını sürecindeki felaket yönetimi hakkında konuşmaktan kaçınmayı amaçlıyordu. Cole Stangler’ın da belirttiği gibi, Fransa’nın yakın tarihinin en kötü krizlerinden birini yaşadığı bir dönemde, “Fransız haber kanalları servet eşitsizliği, sağlık sistemi ya da iklim değişikliği gibi hakiki evrensel meselelerin tartışılmasıyla yönlendirilmiyor. Bunun yerine, medya figürleri tarafından körüklenen, kimlikle ilgili boş tartışmalara odaklanıyor”.[47]
Sınıf Siyasetine Elveda mı?
Fransız olmanın (ya da olmamanın) ne anlama geldiği sorusu bitmek bilmeyen tartışmaların, kitapların ve makalelerin konusu haline geldi. Fransız bakanlar 2022 seçim döneminde röportajlarının tamamını süpermarketlerde etnik yiyeceklerin bulunup bulunmaması gerektiği veya aşırı sağcı polemikçi Éric Zemmour’un iddia ettiği gibi Fransa’da yeni doğan bebeklere yabancı isimlerin verilmesinin yasaklanmasının gerekip gerekmediğini tartışmaya ayırdı. Ancak Zemmour’un hızla yükselişi Macron’un stratejisine şüphe düşürdü.
Macron, Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’ini yenme amacıyla tartışmayı sağa kaydırarak Zemmour’un fikirlerine yol açmak gibi bir tehlikeyi göze aldı. Nefret söylemi nedeniyle birçok kez mahkum edilen Zemmour, 2014 yılında toplumun kadınsılaştırılmasını ve Fransız tarihinin yapısöküme uğramasını kınadığı ve Vichy rejimini meşrulaştırmaya çalıştığı Le Suicide français (Fransız İntiharı) adlı kitabının üç yüz binden fazla satmasıyla ulusal çapta bir şöhret haline geldi. Fransız Tucker Carlson[48] olarak nitelendirilebilecek bu kişi, muhafazakar milyarder Vincent Bolloré’nin sahibi olduğu CNews’taki daimi varlığıyla popülerleşti. Fransız nüfusunun ‘büyük yer değişimini’ (grand remplacement) önlemek için beş milyon Müslümanın Fransa’dan kovulması gerektiği yönündeki, sadece iki yıl öncesine kadar marjinal olan, önerisi artık ana akım televizyon programlarında tartışılıyor. Zemmour, kimlik ve göçle ilgili hayati sorunun “okullar, sanayi, sosyal koruma, Fransa’nın dünyadaki yeri gibi en temel olanları bile ikincil hale getirdiğine” dikkat çekiyor.[49] Kıyamet vizyonunu sunmak üzere ana akım medyada sürekli olarak yer bulması, yaklaşık bir yıl önce kendisini kamuoyu yoklamalarında ikinci sıraya yaklaştırmıştı. Zemmour, Fransızların “topraklarımızda cereyan eden bu medeniyetler savaşında taraf seçmelerinin” zamanının geldiğini ilan etmekten çekinmedi.
Macron’un kaotik cumhurbaşkanlığı döneminde başardığı bir şey varsa, o da Jürgen Habermas’ın heyecanla umduğu gibi “elitlerin projesi” Avrupa’yı yurttaşların projesine dönüştürmek değil, Fransız aşırı sağını cesaretlendirmek ve normalleştirmek olmuştur.[50] Habermas’ı “Hegel’in tarih felsefesine dair derin bilgisi” ile etkileyen Cumhurbaşkanı, aşırı sağ gazetelerde röportajlar kabul ederek ve onların kelime dağarcığını, temalarını ve çözümlerini kullanarak Beşinci Cumhuriyet’in en sağcı Cumhurbaşkanı oldu.
Huntington tarzı bir medeniyetler çatışması anlayışı artık Müslüman “barbarlara” karşı güçlü siyasi eylem çağrılarının norm haline geldiği Fransız siyasi tartışmalarını yapılandırıyor. Zemmour’un haklı olabileceği nokta, cumhurbaşkanlığı adaylığına hazırlanırken savunduğu gibi, seçimi kazanan kişinin kendi sorusunu dayatmayı başaran kişi olduğudur.[51]
Dolayısıyla Fransız solu önümüzdeki mücadelede bir şansa sahip olmak istiyorsa, soruyu değiştirmek zorundadır. 1980’lerde komünizmin ve Gaullist ihtişamın çöküşüyle birlikte, cumhuriyetçilik ve Amerika liderliğindeki küreselleşmeye alternatifler hakkındaki tartışmalar genellikle Fransız geleneklerine ve yaşam tarzına duyulan nostaljiye ve Fransız vatandaşlığının rakip tanımlarına indirgenmiştir. Sosyalist solun adayı Jean-Luc Mélenchon, toplumda kültürel çeşitliliği ve alışverişi teşvik etmek için Fransız tarzı bir ‘melezleşmeyi’ savunurken, Zemmour sabit bir Fransız kimliği kavramını korumak için kendi asimilasyoncu modelini vaaz ediyor. Ancak Mélenchon, şair Édouard Glissant’a referans vererek daha az özcü ve daha ilerici bir vatandaşlık tanımı oluşturmaya çalışmış ve köklerden ziyade karşılıklılığa odaklanmış olsa da tartışmayı tam da sağın istediği yere götürmüştür. Kimliğin başka, belki de daha akışkan bir versiyonuna çok fazla odaklanmak, sağa sadece istedikleri türden bir sol verecektir.
Sosyalistler için bugün kimlik politikalarına karşı gerçek direniş, Macron’un “plastik mermi liberalizmine” karşı çıkmaktır, üniversite kampüs politikaları hakkındaki kısır tartışmalara kapılmak değil. Güçlü bir ulusal kimliği savunmak -ya da çoğulculuk lehine reddetmek- tartışmayı ileriye taşıyabilecek yol değildir. Walter Benn Michaels’ın da belirttiği gibi, son kırk yılda Fransız siyasi sınıfı, ‘insanların ne düşündüğü (ideoloji) ve insanların neye sahip olduğu (sınıf) arasındaki farklılıkları, insanların kim olduğu (kimlik) arasındaki farklılıklarla’ değiştirdi.[52] Böyle bir çerçevede, servetin dağılımı konusundaki çatışmaların yerini rahatlıkla kimliğimiz konusundaki çatışmalar almıştır. Başka bir deyişle, başka bir tür sınıf siyaseti ile yer değiştirmiştir: egemen sınıfların siyaseti. Hikayeyi değiştirebilmek için, solun, kimlik tuzağının dışında kendi sınıf siyasetine ihtiyacı var.
Le Vent se Lévé/20 Şubat 2023/Çeviren: Hakan Özbilen
[1] Cole Stangler, « France Is Becoming More Like America. It’s Terrible. » New York Times, 2 juin 2021. [2] Jérôme Fourquet ve Jean-Laurent Cassely, La France sous nos yeux (Paris: Seuil, 2021), 381-406. [3] « Sur l’islamisme, ce qui nous menace, c’est la persistance du déni », Le Monde, 31 octobre 2020; Stéphane Beaud ve Gérard Noiriel, « Impasse des politiques identitaires », Le Monde Diplomatique, février 2021. [4] « Pour une République française antiraciste et décolonisée », Mediapart, 3 juillet 2020. [5] Emmanuel Macron nous répond », Elle, n° 3941, 2 juillet 2020, 16. [6] Emile Chabal, A Divided Republic: Nation, State and Citizenship in Contemporary France, (Cambridge: Cambridge University Press, 2015). [7] Patrick Buisson, La Cause du peuple (Paris: Perrin, 2016), 318. [8] Walter Benn Michaels, The Shape of the Signifier: 1967 to the End of History (Princeton: Princeton University Press, 2013), 78. [9] Eric Zemmour, La France n’a pas dit son dernier mot (Paris: Rubempré, 2021). [10] François Furet, Jacques Julliard ve Pierre Rosanvallon, La République du centre : la fin de l’exception française (Paris: Calmann-Lévy, 1988). [11] Furet, Julliard ve Rosanvallon, La République du centre, 138. [12] Philip Short, A Taste for Intrigue: The Multiple Lives of François Mitterrand (New York: Henry Holt, 2014). [13] Short, A Taste for Intrigue. [14] General Charles de Gaulle daha sonra 1966 yılında NATO'nun askeri komutanlığından ayrılma kararından geri adım attı. [15] Richard F. Kuisel, The French Way: How France Embraced and Rejected American Values and Power (Princeton: Princeton University Press, 2012), 25. [16] Bruno Amable ve Stefano Palombarini, The Last Neoliberal: Macron and the Origins of France’s Political Crisis, New York et Londres, Verso, 2021, 57, 54. [17] Jean-Yves Le Drian, Jean-Pierre Mignard, Jean-Michel Gaillard et François Hollande, « Pour être modernes soyons démocrates ! ,» Le Monde, 17 décembre 1984 ; Amable ve Palombarini, The Last Neoliberal, 52. [18] Jacques Attali, Verbatim I (Paris: Fayard, 1995), p. 399. [19] Jean Baudrillard, La Gauche divine (Paris: Grasset, 1985), 71. [20] Furet, Julliard ve Rosanvallon, La République du centre, 117-18. [21] Le Drian, « Pour être modernes soyons démocrates !» [22] Jean-François Trans, La Gauche bouge, JC Lattès, Paris, 1985, 9. [23] Michel Rocard, « Les deux cultures politiques, discours prononcé au congrès de Nantes du Parti socialiste en avril 1977 », Michel Rocard, Parler vrai (Paris: Seuil, 1979), 80. [24] Abdelalli Hajjat, La marche pour l’égalité contre le racisme (Paris: Amsterdam, 2013). [25] Gérard Noiriel, Racisme : la responsabilité des élites (Paris: Éd. Textuel, 2007), 10. [26] “Beur” Paris banliyölerindeki genç Arapların kendilerine verdikleri isimdir. [27] Hajjat, La Marche, 159-60. [28] Jean-Loup Amselle, L’ethnicisation de la France (Paris: Lignes, 2011), 27. [29] Bruno Amable, La résistible ascension du néolibéralisme : modernisation capitaliste et crise politique en France, 1980-2020 (Paris: La Découverte, 2021). [30] Thomas Piketty, « Brahmin Left vs Merchant Right: Rising Inequality & the Changing Structure of Political Conflict (Evidence from France, Britain and the US, 1948-2017) », World Inequality Lab Working Papers, Series 2018/7 (mars 2018), 3. [31] Olivier Ferrand, Romain Prudent ve Bruno Jeanbart, « Gauche : quelle majorité électorale pour 2012 ? », Terra Nova 1, mai 2011, 10. [32] Club de l’Horloge, L’identité de la France (Paris: Albin Michel, 1985), 20. [33] Emile Chabal, A Divided Republic, 249. [34] Club de l’Horloge, L’identité de la France, 314. [35] Christophe-Cécil Garnier, « 21, 33, 40, 50 millions… Quel est le vrai montant de la campagne de Nicolas Sarkozy ? » Slate France, 14 octobre 2015. [36] Buisson, La Cause du peuple, 319. [37] Nicolas Sarkozy, « Appel aux électeurs du centre pour le second tour », 29 avril 2007. [38] Mitchell Dean ve Daniel Zamora, The Last Man Takes LSD: Foucault and the End of Revolution (New York et Londres: Verso, 2021), 187. [39] Gérard Noiriel, Les gilets jaunes à la lumière de l’histoire (Paris: L’aube, 2019), 57-9. [40] Emmanuel Macron, « Le discours d’Emmanuel Macron face aux gilets jaunes », Le Monde, 10 décembre 2018. [41] Amable, La résistible ascension du néolibéralisme. [42] Caroline Beyer, « Comment l’islamo-gauchisme gangrène les universités », Le Figaro, 11 février 2021, 1-3. [43] Entretien avec Jean-Michel Blanquer, Le Journal du Dimanche, 25 octobre 2020. [44] Fransız Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi (CNRS), benzeri görülmemiş bir hareketle, böyle bir soruşturmayı üstlenmeyi reddetti ve “bilimin araçsallaştırılmasının simgesi olan bir tartışmayı” kınayarak, “hiçbir bilimsel gerçekliğe uymayan” bir kavram kullandığı için Bakan'a açıkça saldırdı. [45] Corinne Torrekens, « Islamo-gauchisme », La Revue Nouvelle, juillet 2020. [46] Norimitsu Onishi, « Les idées américaines menacent-elles la cohésion française ? », New York Times, 9 février 2021. [47] Stangler, « France Is Becoming More Like America ». [48] Tucker Carlson Amerikalı bir köşe yazarı ve televizyon sunucusudur. Liberteryen, iklim şüpheci ve muhafazakâr görüşleri savunmaktadır. [49] Zemmour, La France n’a pas dit son dernier mot. [50] Jürgen Habermas, « How Much Will the Germans Have to Pay ? », Spiegel, 26 octobre 2017. [51] Zemmour, La France n’a pas dit son dernier mot. [52] Benn Michaels, The Shape of the Signifier, 24.