‘Sonra, barışı bozduğumuzu söyleyecekler.
Ortada bir barış yok. Onları rahatsız eden, savaşı bozuyor olmamız.’
Howard Zinn, Boston Common, 1971.
17 Nisan günü şafak sökerken, Columbia Üniversitesi öğrencileri üniversitelerinin İsrail tarafından yürütülen soykırım savaşına ortak olan şirketlerle işbirliğini durdurması talebiyle Butler Kütüphanesi’nin önündeki çimenlikte kamp kurdular. Ertesi gün öğleden sonra, yönetim, öğrenciler hakkında uzaklaştırma kararları çıkarmaya başladı ve New York Polis Departmanını (NYPD) çağırarak kampı yerle bir etti. Hızla yeni bir kamp kuruldu. Fakülte, üyelerine, olağanüstü hâl söz konusu olduğu için Columbia’nın standart politikaları yerine geçici politikaların yürürlüğe sokulduğunu ve bu politikalar arasında göstericilerin tutuklanmalarına veya okuldan atılmalarına yönelik tehditler içeren broşürler dağıtılmasının da bulunduğunu bildirdi. Baskılar karşısında, küçük bir protestocu grubu – belki birkaç düzine kişi – 30 Nisan’da Hamilton Hall’u ele geçirdi, tıpkı 1968’de, aynı gün, öğrencilerin yaptığı gibi. Burası, Ocak ayı sonunda IDF tarafından öldürülen altı yaşındaki Filistinli kız çocuğu Hind Rajab’a ithafen Hind’s Hall olarak yeniden adlandırıldı ve Amsterdam ile 116. Cadde’ye bakan ikinci kat penceresinden, “Kurtuluş Eğitimi” yazılı bir pankart asıldı.
ABD üniversitelerinde otosansür başarısız olduğunda –ki bu, Edward Said’in üç on yıl önce belirttiği üzere, nadir bir vakadır-, açıktan sansür devreye girer. Yine de pek az kişi, polisiye-idari-siyasi karşılığın bu denli çabuk veya acımasız olmasına hazırlıklıydı. Ülkenin dört bir yanında kamplar kurulurken, 30 Nisan’dan 3 Mayıs’a kadar UT-Austin, UT-Dallas, Emory, USC, UCLA, UCSD, Emerson College, Northeastern, Dartmouth College, Washington University, Arizona State, University of Arizona, University of Wisconsin-Madison, University of Virginia, Virginia Tech, Portland State, SUNY-Stony Brook, Cal Poly Humboldt, Ohio State ve Indiana University (son ikisinde çatılara keskin nişancılar bile konuşlandırılmıştı) gibi kampüslere bir dizi polis baskını yapıldı. 2.400’ü aşkın tutuklama oldu. Washington Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Steve Tamari polis şiddetinin videosunu çektiği için bayılasıya dövüldü ve hastanelik edildi. Aynı protestoda, Yeşil Parti’nin yetmiş dört yaşındaki başkan adayı Jill Stein hırpalandı, bir memura saldırmakla suçlandı ve tutuklandı. Dartmouth’ta, altmış beş yaşındaki emek tarihi araştırmacısı ve Yahudi Çalışmaları Başkanı Annelise Orleck çevik kuvvet tarafından yere yıkıldı, solunum yolları kesildi ve kelepçelenerek hapse götürüldü. Ardından Üniversite, Orleck’in otuz yıldır çalıştığı kampüse girişini yasakladı.
Federal kolluk kuvvetlerinin şehir, eyalet, ilçe, otoyol ve kampüs polisleriyle açıkça koordinasyon içinde olduğu belliydi; bunu New Hampshire valisi de söyledi. UCLA’de bir grup İsrail yanlısı gösterici Gazze dayanışma kampına saldırırken Los Angeles Polis Departmanı (LAPD) buna seyirci kaldı (aynı olay örgüsü daha sonra ülke çapında tekrar etti). Ertesi gün, yüzlerce çevik kuvvet polisi, öğrencilere plastik mermi, göz yaşartıcı gaz ve ses bombalarıyla saldırdı, çadırları söktü ve aralarında iki düzine kadar öğretim üyesi de dahil olmak üzere iki yüzün üzerinde kişiyi bilinmeyen suçlamalarla tutukladı. New York’un devlet üniversiteleri içindeki amiral gemisi olan CCNY’ye mensup öğrenciler, başlangıçta NYPD’yi kampüslerinden kovmayı başarmışlardı. Ancak polisler, sonrasında tam güçle geri döndüler, askeri bir işgal taktiği uygulayarak kampları tarumar ettiler ve protestocuları gözaltına aldılar. NYU’da, Gould Plaza’daki direniş alanına baskın düzenleyerek aralarında sadece ofislerine gitmeye çalışan bazı profesörlerin de bulunduğu 130’dan fazla kişiyi izinsiz giriş gerekçesiyle tutukladılar. Kamp birkaç gün sonra tekrar kuruldu, fakat 3 Mayıs sabahının erken saatlerinde NYPD kampı yerle bir ederek bir düzine kadar protestocuyu gözaltına aldı. Aynı olaylar dizisi New School’da da yaşandı.
Onlarca yarı askeri araç konuşlandırılmış ve şehirdeki tüm bloklar polis kordonuna alınmışken, çevik kuvvet New York kampüslerini işgal ederek yoluna çıktığını düşündüğü herkesi acımasızca darp etti. Columbia, 17 Mayıs’a kadar polis ablukası altında olmayı sürdürecek. Mezuniyet töreni iptal edildi ve tutuklananların bazıları ceza davalarıyla karşı karşıya kalacak. NYPD, Columbia’da gözaltına alınanların yaklaşık %30’unun öğrenci olmadığını, CCNY’de ise bu oranın %60 olduğunu –hatta aralarında henüz adı açıklanmayan bazı cihatçıların da olduğunu– iddia ediyor. Stanford, şüpheli bir ‘teröristin’ fotoğrafını FBI’a gönderdi. Columbia’nın federal ajanları ve özel müfettişleri çağırmasıyla birlikte, öğrenciler ve akademik personel süreğen gözetime ve amansız bir idari tacize maruz bırakıldı. Politika değişiklikleri ve disiplin tedbirleri genellikle ex post facto [geçmişe etkili] biçimde, şeffaflık veya hesap verebilirlik olmadan, e-posta veya broşürler aracılığıyla duyuruldu. NYU’da, kariyerinin başlarındaki bir akademisyen, İsrail yanlısı bir posteri duvardan indirdiği için açığa alındı.
Her iki partiden siyasilerce histerinin yaratımına katkı yapıldı, fakat başrolü Demokratlar oynadı. Başkan Biden, protestoları antisemitik ilan etti ve öğrencileri ‘kaos’ çıkarmakla suçladı. Chuck Schumer, Senato kürsüsünden öğrencileri ‘terörist’ ilan etti. Temsilciler Meclisi, oylama sonucunda, Filistin’in kurtuluşunu destekleyen sloganların antisemitik nefret söylemi niteliğinde olduğunu ve bu nedenle yasadışı addedileceğini kararlaştırdı. Meclis’teki New York temsilcileri, Eğitim Bakanlığı’nda, hükümet destekli ve üçüncü taraf ‘antisemitizm gözlemcileri’ni yönetecek bir federal komisyon oluşturmayı öngören, iki partinin de dahlinin bulunduğu Columbia Yasası’nı tanıttı. New York Belediye Başkanı Eric Adams, ‘dışarıdan gelen kışkırtıcılar’a ateş püskürdüğü ve İstihbarat ve Terörle Mücadele Birimi’nin Columbia yönetimi ile koordinasyon içinde bu kişileri tespit etmesinin önemini vurguladığı bir basın toplantısı düzenledi. Columbia Uluslararası ve Kamusal İşler Fakültesi’nde geçici öğretim üyesi olan Profesör Rebecca Weiner, şu anda Tel Aviv’de de bir ofisi bulunan ve İsrail güvenlik devletiyle birlikte kitle kontrol taktikleri ve gözetleme teknolojileri üzerine çalışan bu birimin Başkan Yardımcısı olarak görev yapıyor. Adams, Weiner’ın kampüsteki ‘durumu gözlemlediğini’ ve NYPD operasyonunda övgüyü hak ettiğini belirtti.
Bu tepkideki şiddetin açıklaması nedir? Sömestr, Nisan sonu ile Mayıs ortası arasında bir zamanda sona eriyor. Neden zaman kazanmak için sembolik tavizler vererek ve müzakereler yürüterek kampların dağılmasını beklemezler? Bu kısmen, diğer pek çok kurum gibi, üniversitelerin de onlarca yıllık neoliberalleşme sürecinde geçirdiği değişimlerin bir çıktısıdır. 1970’lerin ortalarında, Cumhuriyetçiler devlet üniversitelerini otorite karşıtı duygular için önemli bir kaynak olarak tanımladılar ve kurumların baştan ayağa elden geçirilmesini talep ettiler. Bunu takip eden özelleştirme süreci, devlet üniversitelerinde okuyan çoğu öğrenci için harçları fahiş hâle getirirken, demokratik ilke ve uygulamalar bakımından felaket bir sonuç doğurdu. On milyarları bulan devasa, vergilendirilmemiş bağışlarla üniversiteler yavaş yavaş ‘müşterilere’ hizmet veren ve öğrencilere ya da öğretim üyelerine değil, hayırseverlere ve politikacılara hesap veren kamusal veya özel, polis-hapis eyaletlerine dönüştü.
Bağış fonunun büyüklüğü 13,6 milyar doları bulan Columbia’da öğrenciler, yılda 90000 dolar ve ek olarak seyahat masraflarını ödemek zorundalar; bu, 1980’lerden günümüze dramatik bir artış anlamına geliyor. İdari görevler ve maaşlar, öğretim üyelerine kıyasla arttı ve kadrolu olmayan personel sayısı da sürekli yükseldi. Ulusal düzeyde, fakültelerdeki istihdam dörtte üç oranında kadrolu olmayanlardan oluşuyor, dolayısıyla akademik özgürlükten de yoksun bulunuyor. Kadrolu öğretim üyelerinin oluşturduğu ayrıcalıklı azınlık, bu gidişatla mücadele etmek için hiçbir şey yapmadığı gibi, sırf mevcut sistem araştırma izni ve ücretli izin almalarına olanak tanıyor diye geçici öğretim üyelerinin yürüttüğü sendikalaşma çabalarına katılmaktan da geri durdular. Şimdi ise Cumhuriyetçi siyasilerin, mütevelli heyetlerinin ve üniversite yönetimlerinin saldırısı altında olan kadrolu öğretim üyeliği mefhumunun ayakta kalabilmesi pek mümkün görünmüyor. Son yıllarda, bazıları toplu sözleşme hakkı kazanabilmiş lisansüstü öğrenciler ve geçici öğretim üyeleri arasında, emek aktivizminde bir sıçrama görülse de akademiyi yeniden demokratikleştirmekten hala oldukça uzaklar.
Bir diğer önemli faktör de ‘reisler’[i] olarak adlandırılan, genellikle politikacılar ya da yönetim kurulu üyeleri üzerinden iş tutan, kurumsal değişiklikler dayatma ya da fonları kesme tehdidiyle insanları işten attırma gücüne sahip milyarderlerin oluşturduğu bir bağışçı sınıfının etkisidir. Üniversiteler, giderek şirketlere, yani herkesten önce hissedarlarına karşı sorumlu oldukları yerlere dönüştükçe, idareciler de bağışçılar ve onların temsilcileri karşısında giderek daha uysal hale geldiler. Rektörler, aynı Harvard’da olduğu gibi öğrencilerden ve öğretim üyelerinden kuvvetli bir destek alsalar dahi istifaya zorlanabiliyor ya da tam tersine, Columbia’da olduğu gibi, dışarıdan desteklendikleri için ciddi boyuttaki iç muhalefeti görmezden gelebiliyorlar (Columbia’daki başlıca reislerden biri ve New England Patriots Amerikan futbolu takımının sahibi olan Demokrat bağışçı Robert Kraft, protestolara yanıt olarak, bağışlarını geri çekti ve büyük gazeteler verdiği tam sayfa ilanlarla ‘antisemitik nefreti’ kınayarak kampüslerde daha fazla ‘koruma’ talep etti).
Yine de, neoliberal üniversite denen şeyi, ulusal güvenlik devletinin ocağına asıl düşüren, 11 Eylül sonrasında yaşananlardı. Kampüslerde Irak’ın ikinci kez işgali öncesinde öğrenci ve öğretim üyelerini kapsayan yeni bir siyasi örgütlenme dalgası yaşanmış, Savaşa Karşı Tarihçiler gibi gruplar kurulmuştur (ki bu grup hala aktiftir). Boycott, Divestment and Sanctions (BDS) [Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar] kampanyası 2005’te başlatıldı ve Bush’un ikinci döneminin sonlarında yükselişe geçerek üniversite yönetimlerinin tepkisini çekti. Aynı zamanda, radikal akademisyenler giderek artan tahkikatlara maruz bırakıldılar ve çoğu zaman doğrudan gözetim altına alındılar. Norman Finkelstein tarafından intihal yaptığı ortaya çıkarılan Alan Dershowitz, bağlantılarını kullanarak Finkelstein’ın DePaul Üniversitesi’nde kadro almasını engelledi. Finkelstein, akademide bir daha asla çalışma alanı bulamadı. ABD imparatorluğunun önde gelen eleştirmenlerinden Aijaz Ahmed, Filistin hakkındaki yazıları nedeniyle Toronto’daki York Üniversitesi’nden kovuldu. Belki de en sembolik vaka, Güney Florida Üniversitesi’nde bilgisayar bilimleri profesörü olan ve Clinton dönemi Beyaz Saray’da çalışan Sami Al-Arian’ın Filistin savunuculuğu yaptığı için federal düzeyde gözetim altına alınmasıydı. 2003 yılında, cihatçı ‘teröristlere’ ‘maddi destek’ sağladığı iddiasıyla haksız bir şekilde suçlandı, işinden kovuldu, üç yıl boyunca hücre hapsinde tutuldu ve mahkemelerde süründürüldü. Federal savcılar, onun tek bir suçlamadan bile mahkûm olmasını sağlayamadı. Sadece Al-Arian’ın Filistin’in kurtuluşu üzerine yaptığı kamuya açık açıklamalar ve bu konudaki yazıları delil olarak sunuldu. 2014 yılında hükümet, hakkındaki tüm davaları düşürdü ve ertesi yıl Türkiye’ye sınır dışı edildi.
2008 mali çöküşünden sonra, kemer sıkma politikası bankacılar, büyük teknoloji firmaları ve yatırımcılar hariç herkes için etkili oldu ve devlet üniversiteleri finansman sıkıntısı çekmeye başladı. Obama Afganistan ve Pakistan’da insansız hava aracı saldırılarını artırırken ve Libya, Suriye, Yemen, Somali’de yeni cepheler açarken bile, anti-emperyalist akademik çalışmalar ve aktivizm genel itibarla geriledi. Obama’nın başkanlığı, yükseköğretim kurumsallığı ile Demokrat statüko arasındaki ilişkinin pekişmesinde hayati rol oynadı. 2012’de seçime girerken, kampanyasının önde gelen bağışçıları UC Berkeley’deki öğretim üyeleri, personel, öğrenciler, mezunlar ve yöneticilerdi; Harvard ve Stanford da onlardan geri kalmıyordu. 2014-15’te Black Lives Matter’ın patlak vermesi, bu destek eğiliminde hiçbir değişiklik yapmadı, hatta hızlandırdığı bile söylenebilir. Bir markalaşma çalışması değil, bir hareket olduğu için, bağışçılar şöyle dursun, partinin Clinton’cu kanadına bile hiçbir zaman bir tehdit oluşturmadı. Sadece çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık fikrinin, özellikle insan kaynakları departmanları tarafından insanları hizada tutmak için kullanılan daha katı ve daraltıcı politikalara dönüşmesine katkı yaptı. Bugün, üniversiteler, Demokratik ideolojinin seri üretime sokulduğu ve bu üretimin medya, kültür, eğlence, teknoloji ve bilim alanlarında pazarlanmasını sağlayan fabrikalar haline gelmiştir. Cumhuriyetçiler ise dikkatleri bu duruma çekerek ve samimiyetsiz bir tutumla yüksek öğretim kurumlarını İsrail’i yeterince desteklemiyormuş gibi göstererek, ‘elitizm karşıtı’ kimliklerini parlatmayı ve Demokratlara ait kritik bir iktidar alanını hedefe koymayı umuyorlar.
Rektörler, kampüslerde ‘nefret söylemi’ üzerine bir dizi ironik soruya yanıt vermek üzere Cumhuriyetçi milletvekillerinin huzuruna çıkarıldıklarında bindikleri dalı çoktan kesmişlerdi. İsrail’e yönelik eleştirileri susturmak için onlarca yıl harcayınca, Birinci Değişiklik’ten doğan haklarını[ii] ya da akademik özerkliği öne süremediler. Bunun yerine, basitçe Cumhuriyetçilerin kıskacına sığmaya çalıştılar. Elbette, Troçki’nin de söylediği gibi, faşist özentileriyle iyi geçinmek nadiren işe yarar. Üniversite rektörlerinin aşırı sağcı yasa koyucuları tatmin edecek herhangi bir adım atabilmesi mümkün değil. Çünkü sağcıların saldırıları sürdürmekle kaybedeceği hiçbir şey yok; bu da Demokrat tabanı, liderliğe ve onun yüzünü döndüğü Siyonist bağışçı sınıfa karşı bölmelerine olanak tanıyarak Kasım ayında Cumhuriyetçilerin zafer kazanma olasılığını artırıyor.
1968’de, bölünmüş halde bulunan Demokrat Parti, ABD vatandaşlarının çoğunun Vietnam savaşına karşı çıktığı fakat aynı zamanda çelişkili biçimde barış göstericilerine de karşı çıktığı bir dönemde, başkanlığı Nixon’a verdi. Bugün Biden seçmenlerinin çoğunluğu Gazze’deki soykırımın durdurulmasını istiyor ve Amerikalıların çoğu öğrenci protestolarını destekliyor. Bu, şu an görev başında olan aday için kötü haber. 2020’deki seçmenlerinin %10’u desteğini Trump’a çevirmeyi planlıyor. Seçmenlerinin %43’ünü oluşturan bağımsızların ya da garantili biçimde Demokratlara oy veren %35 civarındaki ‘ilericilerin’ önemli bir kısmı, o gün evlerinde oturmaya ya da başka bir adayı desteklemeye karar verirse, başkanın başı belaya girecek. Giderek büyüyen Biden karşıtı delege bloku, yaz boyunca sürecek gibi duran kitlesel huzursuzluk potansiyeli ve Demokratların kongresi için Chicago’da bir araya gelmeyi planlayan protestocular gözetilince, bazı yönleriyle ’68 döneminin bir tekrarı da mevzubahis gibi görünüyor, her ne kadar bu sefer, kitlesi azıcık kalmış bir Lyndon B. Johnson ikinci kez seçime girmeye karar vermiş gibi olsa da. Son anketler, Biden’ın kazanması halinde bu galibiyetin ağırlıklı olarak, kürtaj sorununun banliyölerde yaşayan yeterince beyaz kadını harekete geçirmesi sayesinde elde edileceğini gösteriyor. 2016’daki başarısız Demokrat strateji -‘Batı Pennsylvania’da kaybettiğimiz her bir mavi yakalı Demokrat için Philadelphia banliyölerinde iki ılımlı Cumhuriyetçi kazanacağız ve aynısını Ohio, Illinois ve Wisconsin’de yapabiliriz’-, yönetimin elindeki tek strateji gibi görünüyor.
1968 yılında Hamilton Hall’un -üniversitenin savaşa suç ortaklığını, Harlem’de yürüttüğü gayrimenkul yağmacılığını ve gösterici öğrencilere karşı otoriter yaklaşımını protesto etmek için- işgal edilişi, binanın acımasızca geri alınması ve 700’den fazla tutuklama, videoya kaydedilmişti. Görüntüler yayıldıkça, protestolar ülke çapında liselere ve başka kampüslere yayıldı. Sonraki iki yıl içinde, tarihin akışı değişti. Tet Saldırısı’nın mimarı Võ Nyugên Giáp, ABD’nin üstün askeri gücüne rağmen Vietnam’da asla kazanamayacağını belirtmişti. Neden mi? Çünkü ‘insan faktörü’ belirleyiciydi. ABD’nin kaç Vietnamlıyı öldürdüğü önemli değildi. Ülkelerini savunurken savaşmak ve ölmek için daima yeterince istekli olacaklardı. Viet Cong ve Hanoi’nin amacı, Amerikan hükümetinin savaşı sürdürme isteğini kırmaktı. Sonunda, ABD’deki öğrenci hareketi ve savaş karşıtı hareketlerin de yardımıyla bunu başardılar.
O zamandan bu yana, insan faktörü denilen şey, diğer anti-emperyalist mücadelelerde de çok önemli bir rol oynamıştır. General Giáp’ın öngörüsü Brezilya, Bolivya, Şili, Angola, Nikaragua, El Salvador, Guatemala, Lübnan, Güney Afrika, Kolombiya, Afganistan, Irak, Suriye ve Somali, Batı Şeria ve şimdi de Gazze’de geçerli oldu. Bu vakaların hiçbirinde bombalar, toplar, işkence, gözetleme teknolojileri ya da karşı istihbarat, ister ABD ordusu ister vekilleri tarafından kullanılsın, hegemonyayı tesis edecek kesin bir zafer sağlayamadı; bazı popüler ve demokratik direniş hareketleri varlığını sürdürebildi.
Kontrgerilla operasyonlarını çağrıştıran askerileştirilmiş polis baskınları da 68’in hayaletlerini defedemeyecektir. Örgütleyici öğrencilerin yanı sıra profesörler, entelektüeller, bilim insanları, teknik elemanlar, avukatlar, insan hakları aktivistleri ve kültür üreticilerinden oluşan hayati bir azınlık sayesinde, ABD’nin dört bir yanındaki insanlar, Birinci Değişiklik’ten doğan haklarını savunmak için ve İsrail’in Gazzelilere yönelik soykırımına karşı harekete geçiyor. Tarih yazıyorlar ve bunun farkındalar. Neoliberalizmin giderek otoriterleşen bu türevi, onları durduramayacak. Kırk yıllık bir tutukluğun ardından, Said’in demokratik eleştiri dediği ya da Mike Davis’in devrimci sosyalist proje olarak adlandırdığı şeyin, etnik-dini milliyetçiliğe, imparatorluğa ve ölümokrasiye[iii] karşı bir panzehir suretinde yeniden doğuşuna tanıklık edebilecek miyiz?
New Left Review Sidecar/8 Mayıs 2024/Çeviren: Zeki Avcı
[i] İng. “shot-callers”: Genellikle, suç örgütlerinin karar verici konumdaki yöneticilerine verilen isim -çn. [ii] Amerika Birleşik Devletleri Anayasası Birinci Değişikliği: Kongre, dini bir kuruma ilişkin veya serbest ibadeti yasaklayan; ya da ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü kısıtlayan; ya da halkın sükûnet içinde toplanma ve şikâyete neden olan bir halin düzeltilmesi için hükümetten talepte bulunma hakkını kısıtlayan herhangi bir yasa yapmayacaktır -çn. [iii] İng. “thanatocracy”.