1980’lere kadar Türkiye’nin sanayi haritası İstanbul (ve çevresi) ile İzmir’den halliceyken, ihracata yönelik sanayileşme buna Anadolu Kaplanları efsanesini ekledi. 2002 yılındaki iktidar değişimi ile bu grupların arkalarındaki rüzgar hız kazandı. 1980’lerin yükselen sektörleri olan giyim-tekstil, perakende, gıda, inşaat ve turizmde varlıkları devam etmekle beraber, Anadolu sermayeleri kimya, madencilik, gıda, mobilya, ormancılık, makine ve yedek parçaları, otomotiv aksesuarları ve yardımcı ürünler, elektronik ve tüketim ürünleri gibi birçok farklı sektöre girdi. Yerel yönetimler üzerinden dağıtılan ihaleler ve alınan hizmetlerin yanı sıra kamu bankalarından verilen ayrıcalıklı krediler, özelleştirme ve diğer kamu ihalelerinde muhafazakâr sermayenin öne çıkmasını sağladı; bunları, AKP iktidarının taşıyıcı öznesi haline getirdi.
Öte yandan, piyasa aktörleri ve potansiyel olarak taşıdıkları güçler salt ampirik gözlemden yola çıkılarak anlaşılamaz. Bir kere, İstanbul kökenli büyük holdingler ilişki içinde bulunduğu diğer aktör ve yapılarla olan etkileşimleri bağlamında farklı kaynaklara çok daha kolay ulaşabilir ve onların avantajlarından çok daha kolay yararlanabilir durumdaydı. Dolayısıyla, Anadolu sermayelerinin değişen koşullara uyum gösterme becerileri halihazırda gömülü oldukları asimetrik güç ilişkilerden çok da bağımsız gelişemezdi. Öyleyse, 1980 öncesinin kısa bir tasvirini yaparak konuyu hemen buradan açalım.
İçe Dönük Birikim ve Mekânsal İş Bölümü
1960-70’lerin iç pazara dayalı sanayileşme stratejisi, büyük ölçekli sanayi sermayesine hızlı birikim sağladı. Aynı zamanda ulusal ölçekte yeni bir coğrafi iş bölümünü ortaya çıkardı. Bu ikili ekonomik yapıyı kafamızda şu şekilde haritalandırabiliriz: İstanbul-Kocaeli koridoru merkez olmak üzere iç pazar bütünleşmesi görece yüksek büyük kentlerde yoğunlaşan büyük sanayi firmaları ile Bursa’dan Gaziantep’e kadar geniş bir coğrafyadaki küçük-orta işletmeler arasındaki ilişki, ‘ana sanayi-yan sanayii’ ya da ‘taşeron, tedarikçi, ticari dağıtımcı veya bayii ilişkileri’ çerçevesinde eşitsiz bir biçimde örüldü. Denizli, Kayseri, Antep, Konya örneğinde somutlaştığı gibi ücretlerin düşük, emeğin örgütsüz ve püriten muhafazakâr kültürün hâkim olduğu bu ikinci grup bölgeler, dolaşıma ucuz girdi ve işgücü sağlayarak ithal ikameci sermaye birikiminin hiyerarşik dizgesinin alt kademesini oluşturdu.
Güç ilişkilerinin giderek eşitsiz bir konum aldığı koşullarda Türkiye’de sermaye kesimleri, işgücü piyasaları, emek ve üretim örgütlenmeleri, sınai genişleme biçimleri, küresel birikim (ve eklemlenme) biçimleri ile tüm bunların finansmanı için gereken para-sermaye kaynakları açısından ayrıştı.
İçe Dönük Birikimden Küresel Rekabete
Dünya ekonomisine entegrasyon sürecindeki tüm aşamaların dönüp dolaşıp sermayenin büyük aktörlerinin genişlemesi üzerinde etki yarattığı ortada. Sanayi, ticaret, bankacılık faaliyetleri genişlediği ve kaynaştığı oranda bunlar gelişme kaydetti, sermayesini artırdı ve diğer sermaye bileşenlerini geri plana itti. Küçük-orta ölçekli sermayeler ise güçleri ve potansiyelleri oranında çeşitli fırsatlar yakaladı. Ancak mekânsal iş bölümü ilişkileri bağlamında önceki dönemlerden devralınan eşitsiz yapılarda bir değişiklik yaratmadı.[1]
Dahası, Türkiye sermayeleri küreselleşmiş kapitalizmin yapısına farklı halkalardan dahil oldu. Küresel katma değer zincirlerine ‘geri eklemlenme’ biçiminde gerçekleşen bu ilişki, daha önce İstanbul üzerinden büyük holdinglerle yürütülürken, 1980 sonrasında Anadolu ve Marmara’daki küçük ve orta ölçekli sermayeler üzerinden yeniden kurulmuş oldu. Nihayetinde, ihracat piyasalarında rekabet üstünlüğüne giden yolda ucuz ve örgütsüz emek sömürüsüne dayalı, girdilerini artan ölçüde ithalatla karşılayan, düşük maliyetlerle çalışan, düşük-orta kaliteli mal üretebilen, düşük-orta teknolojili sektörlere sıkışmış ve düşük katma değerli ürünlere odaklanmış, konjonktüre bağlı olarak inişli çıkışlı bir seyir izleyen, büyük holdinglere ve yabancı sermayeye taşeronluk yapan bir sanayi yapısı ortaya çıktı.
2001 Krizi ve AKP Dönemi: Kaplanlar İçin Ne Değişti?
2001 krizinin ardından uygulanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı tekelci İstanbul sermayesinin ihtiyaçlarıyla uyumlu idi. Zira yüksek faiz oranları, enflasyonla mücadele hedefi yanı sıra daralan iç talep koşullarında sermayeleri ihracata yönlendirmek içindi. 2002-2008 dönemindeki küresel likidite bolluğu sermaye girişlerini teşvik etti. Büyük oyuncuların yatırımları hızlandı; doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının da desteğiyle büyük ölçekli özelleştirme ihalelerini almaları mümkün oldu. Sadece Türkiye’ye giren sermaye değil, yurtdışına ihraç̧ edilen sermaye de arttı. Holdinglerin yatırım stratejileri de farklılaştı. Yatırım portföylerinde çeşitlendirme yerine yeniden odaklanma stratejilerine yöneldikleri; bazı iş kollarından tümüyle çıktıkları ve grup şirketlerinin belli başlı kilit sektörlerde yoğunlaştığı görüldü.[2]
Velhasıl, 2000’ler Türkiye’sinde sermaye içi ilişkiler küresel sermayeyle bütünleşme kapasiteleri ve biçimleri ölçütünde daha net tanımlanır oldu: Bir yanda uluslararası sermaye ağlarına görece kar alanı yüksek sektörlerden eklemlenen firmalar, diğer tarafındaysa bu tür bir eklemlenme süreci yaşayamadığından, emeğin piyasa değerinin çok düşük olduğu, ücretleri aşağıda tutmanın türlü mekanizmalarının bulunduğu bölgelere yığılan firmalarla ikili yapı korundu. Daha somut bir ifadeyle, birikimini ithal ikameci dönemde gerçekleştiren büyük sermaye grupları, AKP döneminde sanayinin kâr oranı düşük ve mutlak artı-değer sömürüsüne dayalı sektörlerinden çekilerek, holding organizasyonun sağladığı ‘yaratıcı’ çözümlerle finansal ve kentsel rantların yanı sıra kazançlı özelleştirme ihaleleri ile enerji ve ağır sanayi yatırımlarına yönelip, küresel piyasalarda rekabet sağlayacak yüksek teknoloji üretimine dayalı sektörlere (telekomünikasyon, bilişim vb.) girerek iş sahalarının dışındaki aktivitelerini çeşitlendirdi. Terk edilen sektörleri de doğal kaynak kullanımında ve emek-yoğun sektörlerde uzmanlaşan Anadolu sermayelerine bıraktılar.
Durum Buysa Neden AKP? Krizi ‘Fırsata’ Çevirmek
Uluslararası rekabete yönelik stratejiler ekonominin çeşitli dallarının her zamankinden daha karmaşık bir şekilde yeniden yapılandırılmasını gerektirir. Ne var ki, birikimin ihtiyaçları ile buna dönük stratejiler, vizyonlar ve davranış biçimleri arasında zorunlu bir ilişki olsa da böyle bir potansiyelin gerçekleşmesi her zaman belirli kısıt ve koşullara tabidir. Bir kere, 2000’lerin başında hızlı bir artış gösterse de orta ve ileri teknolojili ürünlerin ihracat içerisindeki payı kısa zamanda doygunluk seviyesine ulaşarak sabitlendi.[3] İkincisi, 2008 krizi ile birlikte koşullar değişti: Sanayi çıktıları belirgin olarak düştü; otomotiv ve elektronik/beyaz eşya gibi kilit sektörlerin üretimleri daraldı ve ihracatı ciddi oranda geriledi.
2008 sonrasında ekonominin büyüme temposu zaman içerisinde giderek yavaşladı ama kriz ‘fırsatlar’ da doğurdu. Başta ABD olmak üzere merkez ülkelerde uygulanan parasal genişleme politikaları bu ülkelerdeki reel ekonomiyi canlandırmaktan ziyade ‘yükselen piyasalara’ yöneldi. Türkiye ekonomisi bu politikadan çeşitli açılardan fayda sağladı:[4] Borsa, tahvil, döviz ve diğer menkul kıymetler gibi sermaye piyasaları üzerinden ülkeye milyarlarca dolar girdi; bu durum likidite bollaşmasına neden oldu. Bu dış kaynaklar büyük alt yapı ve üst yapı projelerine, konut-emlak ve inşaat sektörüne yöneldi. Bu süreç 2013’e kadar sürdü. FED’in faiz artışı kararından sonra bol ve ucuz likidite dönemi kapandı. Küresel sermaye akımlarının merkeze dönmesi ve özellikle 2015’ten sonra ihracatın sert bir şekilde daralması iç talebin canlı tutulmasını önemli kıldı.
Sanayide yapısal dönüşümün sancılı olması belirli bir zaman/mekân bağlamında koşulların değişmesi kadar üretkenlik artışı yönündeki geçişin içsel zorluklarıyla yakından ilişkilidir. Burada ekonomideki belli sorunların varlığını inkâr edemeyiz: İmalat sanayinin ithalata bağımlılığı, emek-yoğun üretim yapısındaki geleneksel ihracat sektörlerinde daralma, dolayısıyla cari açık sorunu başta olmak üzere istihdamsız büyüme olguları belirginlik kazandı. Bu sorunlar çeşitli yöntemlerle aşılmaya çalışıldı ama uluslararası piyasalara eklemlenme tarzı hedeflenen sonuçlardan sapmalara neden oldu. TL’nin yeniden değerlendiği, ithalatın arttığı ve büyümenin önemli ölçüde iç talepten kaynaklandığı bir konjonktüre girildi. Birçok sermayenin karlılığı ulusal pazarın büyüklüğü ile sınırlı durumdaydı. Hedefler uzun soluklu stratejik tercihler gerektirse de uygulanan ucuz kredi politikasının da etkisiyle yerel ekonomi büyümenin anahtarı durumuna geldi.
Olası Senaryolar ya da Kötünün İyisi
Aslında bu, olası bir birçok senaryodan biriydi. Türkiye’nin geleneksel ihracat sektörleri düşük-orta teknolojilere kilitlenmiş ve küresel değer zincirinin alt kademelerinde konumlanmıştı. Bunlar, ileri tasarım, AR-GE, pazarlama gücü gerektiren daha yüksek kalite kesimlerine yöneltilerek, rekabet güçlerini geliştirmeye zorlanabilir ya da belli bir kesimine üretkenlik farklarını düzeltmeleri için çeşitli destekler sağlanabilirdi. Üretkenlik çıtasının altında kalan sermayelerin ayıklanması anlamına gelecek bu süreç her hâlükârda iflaslar, el değiştirmelerle sonuçlanırdı. Sadece spekülatif ranta dayalı faaliyet sürdürenler değil, uluslararası sermaye entegrasyonu olan, ana üretici firmaların uzantısı bir tedarik/değer zinciri içinde üretim yapan firmaların dahi hiç azımsanmayacak bir bölümü farklı destekler çekildiğinde gerçek anlamıyla bir değersizleşme yaşardı. Değersizleşme kümülatif, yani birikerek ilerleyen bir süreç olduğundan, ivmesi giderek artarak, özellikle bölge ekonomileri için toplumsal ölçekte çok büyük bir yıkımla sonuçlanma ihtimalini beraberinde getiriyordu.
Sermayenin kendi krizini aşması için gerekli olan ayıklanma ertelendi, kriz çözüme kavuşmadan varlığını sürdürdü. Bunalımdan çıkış için yurtiçi efektif talebin uyarılması ve bu yolla değersizleşme baskısının azaltılması amaçlandı. AKP açısından bu seçim, sermaye birikiminin yönünü önemli ölçüde belirledi; merkezinde inşaat sektörünün yer aldığı iç talep odaklı büyüme stratejisine geçildi. Ekonomik yavaşlama karşısında krediler canlandırılarak büyüme desteklendi; reel ücretlerdeki baskıya rağmen istihdamın korunması hatta artırılması mümkün oldu. Siyasi getiriler açısından verimli bir tercih yapan AKP iktidarı, ekonomik olduğu kadar siyasal konsolidasyonunu güvenceye almış oldu.
Günümüz Türkiye’sinde Sermayeyi Haritalandırmak
Yukarıdaki değerlendirmeler ışığında günümüz Türkiye’sindeki sermaye aktörlerini şu şekilde somutlaştırmak mümkün: Bir yanda uluslararası yatırım ve yatırımcıları bulunan, küresel piyasalara ve para kaynaklarına oldukça sorunsuz erişimi, dolayısıyla tüm sermaye devrelerini uluslararası düzleme taşımış olan büyük sermaye kesitleri var. Diğer taraf ise çok daha geniş bir yelpaze barındırdığından bunları, üretimin emek yoğun ve düşük katma değerli sektörleri dahil olmak üzere, birikimi giderek artan bir ölçüde mekâna bağlı büyük şirketlerin de faal olduğu bir haritalandırma içerisinde anlamlandırmak gerekir. Çünkü bu kategoriler büyümenin yavaşlamasıyla beraber daha fazla mekâna bağımlı, yani devletin geniş çaplı düzenlemesine konu olan sektörler ile yerel ‘kaynaklara’ dayalı stratejilere yöneldi. Kendi içlerinde heterojen olmakla birlikte bu tip sermayelerin ortak keseni, ticaret ve üretim faaliyetlerine yönelik çabalarının genel olarak küresel çapta rekabet edici nitelikte olmayan emek yoğun-düşük teknolojili üretim alanları ile yavaş büyüyen, istikrarsız sektörler veyahut gelişmemiş bölgelerle sınırlı olmasıdır. Bunlara kamu ihalelerinden ve kentsel dönüşüm projelerinden doğrudan kâr elde eden inşaat, enerji, altyapı gibi sektörler ile iç piyasanın büyümesinin neden olduğu ürün ve hizmetlere yönelik artan talepten yararlanan eğitim, sağlık, medya gibi hizmet alanlarında yoğunlaşmış olanlar da dahildir.
İnşaat odaklı büyüme örneğinden gidersek, bu stratejinin farklı büyüklükteki ve sektörel yönelimdeki sermayelere sağladığı fırsatları görmemiz kolaylaşır: Sanayinin bir çok alt sektörü (çimento, demir-çelik, metal, tuğla, seramik, ağaç, cam, plastik, ısıtma, aydınlatma, boya kimyasalları vb.) ve buna bağlı olarak zincirleme bir çok sektör (beyaz eşya, elektronik gibi dayanıklı tüketim eşyaları, ev tekstili, hatta otomotiv ile ulaştırma, depolama, sigorta, emlak pazarlama, ilanlar yolu ile medya, turizm ve otelcilik) inşaat çarkları, yani konut, rezidans, ofis, stadyum, AVM, metro, okul, hastane, kentsel altyapı, HES, köprü, liman ve havaalanı yatırımları devam ettiği sürece birikimlerini yeniden değerlendirebilir hale geldi.
Unutulmaması gereken bir diğer husus, iç piyasaya dönük ekonomik faaliyetlerin farklı yerlerdeki ve farklı büyüklüklerdeki teşebbüsleri bir araya getiren çok katmanlı ve çok aktörlü yapısıdır. Piramidin tepesinde projeleri yüklenen dev firmalar bulunurken piramidin tabanını ona bağımlı konumdaki çok sayıda küçük firma oluşturmaktadır.[5] Altyapı geliştirme, enerji ve inşaat gibi yüksek bütçeli yatırım projelerinde ana ve alt yüklenici firmalar arasındaki girift ilişkiler daha geniş bir kesimin iç talep odaklı birikim stratejisinden nemalanmasını sağladı. Bu noktada özellikle küçük firmaların faaliyetlerini artırıcı her türlü yasal-kurumsal etken devreye sokuldu. KOBİ’ler ve diğer mikro-ölçekli işletmeler söz konusu pastadan pay almış oldu. Talebin yaratılmasına ve yatırımların finanse edilmesine banka sektörü tüketici, konut ve yatırım kredileri aracılığıyla dahil olduğundan rantiye ve spekülatif kazanç elde eden kesim olağanüstü bir düzeyde genişledi. Velhasıl kentsel dönüşüm projeleri, iktidarın spekülatif bir sermayedar grubundan elde edilen sermaye ile inşaat sektörü ‘girişimcileri’ arasında bağlantı kurma yeteneğinin çarpıcı bir tezahürüdür.
Son Kriz ve AKP’nin Çıkmazı
İç büyümeyi bir telafi mekanizması olarak kullanan bu model söz konusu bu gruplara mekâna bağlı sıra dışı tekelci ayrıcalıklar sağladı. Ancak bunlara serpilip boy atabileceği yeni bir alan da açmadı. Talebin ve karlılığın süreceği beklentisiyle piyasaya giren çok sayıda firma giderek daha az karla çalışarak, ucuz kredilerle borçlandı. Türkiye ekonomisindeki yapısal sorunların bir uzantısı olarak kur krizi şeklinde kendisini açığa vuran kriz sarmalı (TL’nin değersizleşmesi, kredilerin çöküşü, enflasyon ve halkın alım gücünün düşmesiyle açığa çıkan hızlı yoksullaşma ve artan işsizlik oranları) 2018’den günümüze devam etti. Çeşitli mekanizmalarla iç talebi daraltarak, ihracat piyasaları için artık oluşturma çabası (‘rekabetçi kur stratejisi’) ise sermayeyi ihracat piyasalarında rekabet edici nitelikte olmayan, fiyat temelli bir kar arayışına itti.[6]
Oysa 1980’lerin sonunda bu tarz bir ihracat modeli birçok firmayı teknolojik yenilenme nedeniyle dışlamıştı. Şimdi ise, 2020’lerin ortalarına gelirken benzer bir tabloyla bir kez daha karşı karşıyayız. Son yirmi yıllık dönem, devletin ucuz kredi, ucuz girdi, gerekli altyapı hizmetleri ile ucuz işgücünün sürekliliğinin sağlanması gibi bir dizi ‘rahatlatıcı’ rolü sayesinde bu sermayeler çeşitli rantlardan nemalandıysa da son kertede iktidarın yoksullaştırıcı ihracat-sanayileşme stratejisi bunları birikimin ilkel aşamalarına hapsetti. Aynı anda hem görece ileri teknolojili üretim biçimlerinin hem de ağır aksak geri teknolojili üretiminin yaygın olduğu bu ikili yapıda bütün aktörler için yararlı olabilecek politikalar üretmek de zorlaştı. Tüm politika araçlarının tekrar tekrar tüketildiği günümüz koşullarında, AKP’nin uzun süredir kaçındığı ekonomik Darvinizm kaçınılmaz olmanın ötesinde tek seçeneği olarak kalabilir.
[1] Köse, A. H. ve Öncü, A. (2000). İşgücü Piyasaları ve Uluslararası İşbölümünde Uzmanlaşmanın Mekânsal Boyutları: 1980 Sonrası Dönemde Türkiye İmalat Sanayi. Toplum ve Bilim, 86: 72-90. [2] Öztürk, Ö. (2011). Türkiye Finans Kapitalinin Dışa Açılması. Devrimci Marksizm, 13-14: 106-132. [3] Akçay, Ü. (2012). 2011 Krizinin Gölgesinde Yeni Sanayi Politikaları Üzerine Bir Not. Praksis, 2: 145-166 [4] Sönmez, M. (2018). Türkiye’nin Dış Yatırımları ve Sanayi. Sanayinin Sorunları ve Analizleri (XXXVI) TMMOB Makine Mühendisleri Odası Bülten, 236 özel eki. [5] Buğra, A. ve Savaşkan, O. (2015). Türkiye’de Yeni Kapitalizm: Siyaset, Din ve İş Dünyası. İletişim Yayınları. [6] Akçay, Ü. (2023). Türkiye’de 2002-2023 Arası Uygulanan Para Politikalarının Ekonomi Politiği. ODTÜ Gelişme Dergisi, 50: 195-236.