Dersimiz, Borcumuz ve Tarafımız

Atakan Özsan13 Eylül 2025

Gençlik hareketi, yüzyıllardır bu topraklarda ülke siyasetini belirleyen bir konumda yer almıştır. Osmanlı’da sayısı oldukça az olan üniversiteliler, askeri liseler öncülüğünde Saray’ın politikalarına müdahale ederken bugün bu defa sayısı milyonları bulan üniversiteliler, Saray’ın politikalarına müdahale etmeye çalışıyorlar [1]. Tabii bu müdahaleleri birbiriyle bir tutmamak gerekiyor. Osmanlı’dan başlayarak 68 kuşağını da kapsayan şekilde gençlik hareketi, bu dönemde ülke gündemine yapıcı ve ideolojik bir perspektiften müdahalede bulunurken; pandemi sonrası dönemden (yaklaşık olarak 2021 yılından) beri ülke gündemine müdahaleler daha yıkıcı ve saman alevi minvalinde, süreklilikten kopuk ve refleksif hamleler gösteriyor.

İstanbul Üniversitesi, 60’lı yıllar.

19 Mart Direnişi ile gençlik hareketinin, yıllardır içinde bulunduğu sarmaldan çıkmasının vakti gelmiştir.

Bu yazıda, 19 Mart’tan çıkardığımız dersleri, birbirimize olan borcumuzu ve tuttuğumuz tarafı, geçmiş deneyimlerimizden hareketle tartışacağız.

Sonuçta 19 Mart bir sel ise, o selin nasıl oluştuğundan başlamamız gerekli.

 

Siyasete Müdahaleden Derslerimiz

Uzunca bir süredir Türkiye’de devletin konumu, daha doğrusu halkın kazandığı görünüşüyle sosyal devletin varlığı, fazlasıyla tartışılır halde. Özellikle Hatay depreminde deneyimlediğimiz haliyle vatandaşları enkaz altındayken onlara çadır satıp sela okutan, itiraz edeni de ekranlardan tehdit eden bir devletle baş başayız. En zor zamanlarımızda yanımızda göremediğimiz devlet kurumu, hakkını arayan halka karşı elindeki zor aygıtları ile en gerçek haliyle karşımızda. Aslında bu “öksüzlük” konumu, devletin doğrudan yokluğunu değil, daha ziyade dönüşümünü ifade ediyor. Devlet, en çıplak haliyle patronların, yani egemen sınıfın, halk üzerindeki baskı aygıtı haline dönüşmekte. Bu durumda devletin yokluğunu bir noksanlık olarak algılamamak gerek. Bu yokluk, doldurulması gereken bir boşluk değil. Gerçeğin üstündeki perdenin kalkmış/incelmiş haliyle kendisini gösterdiği bir durum. Süreç, emekçilerin kazandıklarını bir bir ellerinden alan devlet yapısıyla, aslında tam anlamıyla bütünlüğe kavuşur durumda [2].

Bu sürecin bir yanında, neoliberalizmin “birey” ve “özgürlük” kisveleriyle bizleri uyutmaya çalışması yatarken, diğer yanında ise meslek odaları, STK’lar, hatta TBMM ve siyasi partiler gibi pek çok kurumun siyasetten tasfiyesi var. Adını koyalım: Gelinen noktada siyaset, halktan tamamen koparılıp erişilmez yükseklere çıkarılmıştır. Burada siyasetten kastımız, meclisteki birkaç takım elbiselinin oy vermesi ya da birbirine saldırması değildir elbette. Bizim siyasetten anladığımız, halkın her bir unsuruyla üretimin amacına ve bölgelerinin yönetimine dahil olmasıdır. Siyasete katılım sağlayamadıkça anlamlandırılamayan siyasal gelişmelerin yarattığı gerilimin birikimi, 19 Mart’ta bir kırılma yaşatmıştır.

19 Mart Direnişi, bir süreç olarak yıllardır örgütsüz ve siyasetten koparılmış bir halkın, kısa zamanda hızla siyasete müdahil olma deneyimi olmuştur. Ancak bu deneyim ihtiyacı, 19 Mart öncesinde yer yer kendini göstermedi demek, yapılan çeşitli faaliyetlere haksızlık olur. Peki takvimler 19 Mart’ı göstermeden önce neler oldu?

En yakın örnekleriyle 2024-2025 eğitim yılı, İstanbul’da vahşice katledilen iki kadın sıra arkadaşımızın haberiyle başladı. Tüm Türkiye’de üniversitelerde ve liselerde kadın eylemleri düzenlendi, kadın öğrenciler örgütlendi, binlercesi 25 Kasım’a katıldı. Yılbaşında ise birçok ilde toplanan öğrenciler, Hatay’a oyuncak ve kışlık kıyafet yardımına, yeni yıla devletin unuttuğu çocuklarla girmeye gittiler. Boğaziçi ve Hacettepe üniversitelerinde kafe işgalleri adını duyurdu. Hem sermayenin hem de kayyumluğun keyfi kararlarına karşı öğrenciler, kendi beslenme haklarını savunmak, sözlerine sahip çıkmak adına eylemlere, kafe işgallerine öncülük ettiler. En yakın örnekleriyle tüm bu bahsettiklerimiz, halkın siyasete müdahale denemeleri olarak kayıtlara geçti. Kadın cinayetlerinden Hatay’daki çocuklara kadar tüm bu eylem hamleleri, bu memleketin geleceğine dair derdi olan gençlerin haykırışı, yanına bir kişi daha bulabilmek için çabalayışıydı.

Tüm bunlar ve daha burada yazamadığımız yüzlerce pratikte biriken öfke, deneyim ve siyasi hat; Saray Rejimi’nin 18 Mart günü gerçekleştirmeye kalkıştığı politik darbeye karşı toplumsal bir kırılmanın fitilini ateşledi.  Fitilini ateşledi, çünkü Beyazıt’ta yıkılan o barikat, orada bulunan birbirinden farklı üniversitelerin öğrencilerine de güç oldu.
O gün İstanbul’daki onlarca üniversiteden gelip Beyazıt’ta toplanan yüzlerce öğrenci, ertesi gün kendi üniversitelerinde binler oldular ve sokakları doldurdular. 21 Mart günü on binlerce öğrenci yine Beyazıt’ta, Büyük Üniversite Mitingi’nde buluştu. 60 üniversitenin neredeyse tümünden öğrenciler kendi sözlerini söyledi, taleplerini haykırdı, “Gençlik Biat Etmez” diyerek Saraçhane’ye yürüdü. Üç gün boyunca yüksek tansiyonla devam eden eylemlerin ardından 22 Mart günü, öğrenci hareketi gözünü ev baskınlarına açtı.

 

Ev baskınlarının en ilginç yanı, devletin kriminalizasyon denemelerinden alışık olduğumuz şekliyle yalnızca devrimcilerin değil, örgütlü-örgütsüz eyleme katıldığı iddia edilen herkesin evinin basılması oldu. Öğrencilerin hiç bulunmadıkları eylemlerde gözaltına alındıkları iddiası ile hazırlanan içi boş iddianameler; gençlerin evini basmaya gönderilen çocuk şube, narkotik, terörle mücadele, güvenlik şube polisleri; tüm ülkede 5 günde 400’ün üstünde tutuklama, devletin nasıl bir histeri geçirdiğinin kanıtı oldu. Bu hal, aynı zamanda devletin bir fiili değil o fiili gerçekleştirmek isteyeni cezalandırdığının da göstergesiydi. Suç, sokağa çıkıp bir şeyler yapmak değil, sokağa çıkmayı aklından geçirmekti. Yaşları 15 ila 25 arasında değişen gençlere karşı güdülen düşman ceza hukuku uygulaması ise bunun kanıtıydı. Bu durum, en temelde tabii ki bir korku iklimi yayma ve ilk günkü ev baskınlarından gözlemlediğimiz kadarıyla, devrimcileri alandan fiziken uzak tutma amacı taşıyordu. Sonraki günlerde ise bu amaç, artık herhangi bir genci herhangi bir yerden uzaklaştırıp cezaevine gönderme amacına dönüştü.

Bu noktada karşımıza “sürekli siyasal mücadele”nin önemi çıkıyor. 19 Mart süreci, tek başına bir diploma meselesi değildi. Bir önceki paragrafta da belirttiğimiz üzere, yıllardır süregelen saldırılarla biriken bir öfkenin, kolektif güce dönüşmüş haliydi. Bu sebeple böylesine bir siyasetin, tekil bir zamana odaklanan spesifik bir baskı ile son bulması da pek mümkün görünmüyor. Önce, sonra ve şimdinin bütünlüğünü kurabilmek ise kolektif mücadeleye dahil olmaktan geçiyor. Halk içinde geçmişinden öğrenen ve gözünü geleceğe diken bir mücadelenin örülmesini ve kitleselleşmesini sağlamak, yani örgütlü bir halk yaratmak, gelecek 19 Mart’ların daha az hasar ve daha kalıcı kazançlarla gerçekleşmesi için elzem.

Halkın kendi alanlarından, en temelde de üretim alanından siyasete dahil olması, ülke siyasetinin diğer aktörleriyle mecburi etkileşimini doğuracaktır. Bu etkileşim, bir önceki paragrafta da bahsettiğimiz şekliyle, bir bütünlük oluşturmayı amaçlamalıdır. Örneğin, bir öğrencinin harç ücretine karşı verdiği mücadele ile bir başka öğrencinin kampüsündeki tacizcilere karşı verdiği mücadele, bir sınıf mücadelesi ekseninde buluşmalıdır. Bunun esas yolu ise, devrimci parti ile hem organik hem de kurumsal bir ilişkiden geçmektedir.

Daha iyi anlamak adına, 2025 İstanbul 1 Mayıs’ını ele alalım. 19 Mart sürecine baktığımızda sokağa çıkarak risk alanlar, 25 yaş altı ve 65 yaş üstü kesimden oluşuyordu. Ancak Saray Rejimi’ne ve onun siyasetine, saldırılarına karşı bütünlüklü bir mücadelenin kitleselleşmeyi zorunlu kıldığını göz önünde bulundurursak, henüz risk almamış, mücadeleye aktif katılmamış olan orta yaşlı kesimin bu mücadeleye katkısının sağlamak da bir o kadar gerekliydi. Bu süreçte öğrenci hareketi, “kendi başına hareket eden bir kitle” algısını devirdi ve halka “umut olma” misyonunu yüklendi. Bu misyon, öğrenci hareketine kendi taleplerini aşarak mücadeleyi kitleselleştirmenin yollarını aramanın sorumluluğunu verdi. Bu sorumlulukla beraber, 2025 İstanbul 1 Mayıs’ında öğrenciler, üç farklı kola ayrıldı.

1 Mayıs 2025, Kadıköy.

Taksim-Kadıköy tartışmasından başlayalım. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin, yani devrimci meslek örgütleri ve sendikaların 2025 1 Mayıs’ı için Kadıköy’e çağrı yapması sonrasında, “1 Mayıs Alanı Taksim’dir” denilerek başlayan tartışma; sosyal medyada bazı kurumların yöneticilerinin “Kadıköy’e gitmeyin de isterseniz evinizde oturun” gibi anlamsız ve bozguncu söylemlerine kadar ilerledi. Korkaklık ve cesaret yarışlarından sosyal medyada anonim hesapların küfürleşmelerine kadar genişleyen bir skalaya yayılan 10 günlük tartışmalar sonucunda yaklaşık 400 kişi, Mecidiyeköy’de gözaltına alındı. Bu küfür kıyamet tartışmaların hiçbir ihtiyaca cevap olmadığını açıklamaya gerek dahi yok. Zira bu sosyal medya üzerinden şekillenen atışmalarla tamamen bireysel bir şımarıklığa dönen tartışmaların Taksim’in anlamını bile geride bıraktığı görünür.

19 Mart’ta dair konuşurken hep kitleselleşme ihtiyacından bahsettik. Yıllardır gençlik olarak, özellikle de örgütlü gençlik olarak, rolümüzü bizlerin bireysel olarak nerede bulunmak istediğimiz belirlemez, dedik. Gelinen noktada bizim rolümüz, sokağa inmeye cesaret edemeyen, hala “kaybedecek bir şeyleri” olan geniş halk kitlelerini, Saray Rejimi’ne karşı mücadelemize nasıl dahil edebileceğimizi cevaplamaktır [3]. İşte bu ihtiyaçların cevabı, belki daha Saraçhane’ye bile gelmeyen, kendi ilçesindeki yürüyüşe bile katılmayanları da eyleme dahil etmenin yolu, radikalliği yeniden tanımlamaktan geçiyor. Bizce radikallik, kavga-dövüş ile tanımlanabilecek bir pratikten ziyade; mevcut düzenin meşruluğunu kırma potansiyeli en yüksek pratikler üzerinden vücut bulmalıdır. Bu sebeple, birkaç yüz kişi ile zorlanacak bir Mecidiyeköy’den ziyade, kendi ilçesindeki eylemlere bile katılmayan on binleri 1 Mayıs’a gelmeye ikna etmek, 19 Mart Direnişi’ni kitleselleştirmek, ama bunu yaparken örgütlenmeyi ve sürekliliği de ihmal etmemek, bu düzlemdeki en radikal eylemselliklerden biridir.

Gelelim Kadıköy’deki iki farklı öğrenci kortejinin açtığı bir diğer tartışmaya. Haydarpaşa kolunda ÖTK’ların çağrısı ile toplanan yaklaşık 1000 öğrenci ve Söğütlüçeşme kolunda içinde ÖTK’ların da bulunduğu TİP’li Öğrenciler kortejinde bir araya gelen yaklaşık 3000 öğrencinin temel ayrışması, önceki paragraflarda ifade ettiğimiz üzere, özörgütlenme araçlarının devrimci parti ile ilişkisinden doğmaktadır. Şu bir gerçektir ki, değiştirmek istediğimiz herhangi bir şeyi onun dışında kalarak, ona hiçbir müdahalemiz olmadan değiştirmemiz mümkün değildir. Herhangi bir temas olmadan, olumlu ya da olumsuz bir değişim de olmayacaktır. Bu sebeple gençliğin siyasetle ilişkisi, kendisini siyaset dışında konumlandıran bir yerde değil, aksine siyasetin tam içinde, siyasi partiler ile doğrudan temas halinde olmalıdır. Daha önce söylediğimiz gibi, mücadelenin bütünlüklü bir mücadele olmasının yolu da devrimci parti ile sınıf mücadelesi düzleminde bir bütünlük kurulmasından geçmektedir. 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda, kadınlar, öğrenciler, LGBTİ+’lar, İstanbul’un 39 ilçesinden binlerce emekçi tek bir kolda, devrimci partiyle beraber yürümelidir dememizin, bunu örgütlememizin ve 2025 1 Mayıs’ının öğrenci kortejini TİP’li Öğrenciler korteji olarak oluşturmamızın temel sebebi budur. Bu iddiada sırtımızı yasladığımız olgu sayılar değildir. Sırtımızı yasladığımız olgu, Esenyurt’taki güvenlik işçisi, emekli bir Marmara Üniversitesi mezunu ve aynı üniversiteye yeni girmiş bir öğrencinin “Kurtuluş Ellerimizde” pankartı arkasında yan yana yürümesi, tek vücut olmasıdır. 1 Mayıs’ı kitleselleştirmek, 19 Mart günü yıktığımız barikatın enerjisini büyütmek böyle başarılmıştır.

Bu elbette “Her şeyi başardık, geriye hiçbir şey kalmadı” demek değildir. 1 Mayıs görece kitlesel geçmiş olsa da, 1 Mayıs sonrası hareketin hızla azalan nabzı, çok yakıcı bir sorunumuza işaret etmektedir: Hareketin ve araçların sürekliliği nasıl sağlanacaktır?

Yanımızdakine Borcumuz: Hareketin Sürekliliği

Öğrenci hareketi yıllardır, her sene 1 adet büyük eylemi olan, geri kalan zamanda ise ufak eylemselliklere sıkışmış şekilde ilerlemekte. Bu büyük eylemler yurt, kayyum ya da kadın cinayetleri gündemleriyle şekillendi ancak bir türlü gerçek bir hareket halini alamadı çünkü bir eylemden diğerine siyasal bir tartışma bırakılamadı.  Bu noktada, 19 Mart Direnişi’ni, gelecek döneme bırakacağımız siyasal tartışmaları açtığımız bir sayfa olarak değerlendirmeli ve kendimize bu tartışmaları nerede vereceğimiz sorusunu yöneltmeliyiz.

Öğrenci hareketi için cevaplayacak olursak, bu tartışmalar elbette ki kampüslerde verilmelidir. Kampüslerin yeniden siyasallaşması, öğrenci hareketi açısından elde edilmesi gereken en net kazanımdır. Devrimci siyaset, bir daha silinmeyecek şekilde kampüslere yerleşmelidir. Kulüplerin politikleşmesi, özörgütlenme araçları yaratılarak tartışmaların bu araçlarla açılan alanlarda verilmesi gereklidir. Bu araçlar ile yaratılan alandan kastımız, gündem tartışmak amacıyla toplanan bir iletişim grubu değildir. Bu araçlar, öğrenci hayatı ile siyasetin organik bağını kuran bir noktada konumlanmalıdır. Hareket ve araç kendisini ancak bu şekilde yeniden üretebilir. Kendisini yeniden üretebilir diyoruz, çünkü siyaset hayattan bağımsız olmadığı için, aynı hayat gibi sürekli hareket halindedir. Hareket halinde olmayan bir araç çürümeye başlayacak, ancak hareket ettiği ölçüde kendisini yeniden var edecek, meşruluğunu yeniden kuracaktır. Mart ayında 500 kişiyi örgütleyen kurumların Mayıs ayında 10 kişiyi zar zor yan yana getirmesinin önüne ancak bu sayede geçilebilir.

Sayılar farazi olsa da tehdit gerçektir. Bu sebeple bu bölümü noktalarken “demokratik” araçların “oligarşik” kurumlara dönüşme riskinden de bahsetmek gerekir. Zaman içinde farkında olmadan toplantıların katılımı düşse de, bir eylem çağrısı ile yüzlerce kişi toplandığında, bir kurumun başındaki üç beş kişi bu gücü kendilerinin alamet-i farikası sanabilir. Paylaşımları kafasına göre yönetir, kafasına göre siyaset yasağı uygulamayı dener, oraya seçimle geldiğini ve çok yakın zamanda oradan gidebileceğini unutur. İşte bu durumlar, müsamaha gösterilmemesi gereken durumlardır. Hiçbirimizin bu tecrübelere doğrudan sahip olmaması, hepimizin yeni deneyimlerle öğrenmesi her yanlışın üstünü kapatacak hoşgörü makineleri olduğumuz anlamına gelmemelidir. Sürekli daralan bir kitlenin içinde öne çıkan bireylerin yaklaşımını değil, sürekli genişleyen bir kitlenin genel eğilimine ve tartışmalarına müdahil olan bir özörgütlenme aracına dahil olma anlayışını oturtmak gereklidir. Bizim derdimiz, ne Mayıs ayında gelen 10 kişidir ne de Mart ayında gelen 500 kişi. Bizim derdimiz, henüz hayatında hiç eyleme katılmamış yüzbinlerce öğrenciyi sosyalizm ile tanıştıracak tartışmaları yaratmak, bu tartışmalara müdahil olmaktır, ki bu da doğrudan hangi tarafı tuttuğumuz ile alakalıdır.

Tarafımız, Sosyalist Devrimci Siyasetin Hegemonyası

Kuşağımızın en büyük sorunlarından biri, sürekli bir kaçış içinde olmasıdır. Özellikle de kavgadan sürekli kaçış halindedir. Bu sebeple sürekli hoşgörü bekler, her türlü fikir ve pratiğinin hiçbir yerde dışlanmaması, eleştirilmemesi, tartışılmaması gerektiğini savunur. Oysa gerçek hayatta sosyal medyada olduğu gibi birilerini engelleme ya da istemediğimizi duymama gibi bir şansımız yoktur. Her sözümüzün bir gerçekliği vardır ve bu sözlerin içinde bulunduğumuz etkileşimde sebep olduklarına “görüldü” atma şansımız yoktur. Bu sebeple tartışmalarımız sırasında çok daha dikkatli, ciddi ve “gerçek” bir yerden hareket etmeye ihtiyacımız vardır. Adımlarımızı aklımıza gelen her fikrin uygulanamayacağını, her fikrin her yerde kabul görmeyebileceğini, kimi yerlerde tartışmalar ve kavgalar vermemiz gerektiğini bilerek, bu hayatı değiştirmek amacıyla atmamız gerekir.

Günümüzde bilgi kavramı, içindeki argümantasyonlardan tamamen arındırılmış bir şekilde, sosyal medyada okunulan herhangi bir şeye bilgi denilen bir noktaya evrilmiş, fetişleştirilmiştir. Bilgi, anlamını neredeyse tamamen kaybetmişken, bir de üstüne bu bilgilerin tartışılabileceği ortamlar da ortadan kaldırılmıştır. Yani günümüzde bilgi, özünden sıyrılmış bir halde, sosyal medyada ne kadar etkileşim aldığıyla ölçülür duruma gelmiştir [4]. Buna karşı, sözün ve bilginin değerini geri getirme mücadelesi, öncelikle tartışma kültürünü geri getirmekle başlar. Tartışma eylemi en az iki taraf arasında gerçekleştiği için, bizim de bir taraf olmamız gerekir. Karşısındakini çoğu zaman dönüştürmeyi hedefleyen, ancak gerekirse de dışlayabilen, herkesin her dediğine ikna olmayan, yani kitle kuyrukçuluğu ile devrimci özneyi birbirinden ayıran bir tarafa ihtiyacımız vardır. Fikirler ancak bu sayede ölçülür ve yanlışa yanlış denilebilir. Her dediğimiz doğru olamayacağı gibi, yanlışı belirlemezsek doğrunun da bir anlamı kalmayacaktır.

Şunu netleştirmek gerekir: Biz sosyalistler, işçi sınıfının özgürlüğünü ve iktidarını hedefleriz. Her fikrin her yerde uygulanması için değil, sırf birisi söylüyor diye o fikrin hayata geçmesi için de değil, işçi sınıfının kazanımlarını ve iktidarını güçlendirecek adımların atılması için tartışma veririz. Toplum içindeki her bir bireyin özgürleşmesi, ancak toplumun özgürleşmesiyle mümkün olacağı için önceliğimiz bireysel taleplerimiz değil, toplumun özgürleşmesi talebidir.

Yeni Dönem ve Ötesine

Konuların birbirine karışmaması adına bu yazıda bahsedemediğimiz, gençliğin ideolojik konumlanışı, özörgütlenme araçlarında doğrudan ve temsili demokrasi pratikleri gibi daha birçok konuda yeni tartışmalar açılmasına ihtiyaç vardır. Bu yazıda ise bu tartışmaların zeminini oluşturabilmek amacıyla, 19 Mart sürecinden bugüne çıkardığımız dersleri, sıra arkadaşımıza olan borcumuzu ve taraf olabilmeyi açmayı hedefledik. Örgütsüz bir halkın, 20 gün gibi kısa bir zamanda ülke siyasetine müdahale etmesi deneyimi, burada bırakılamayacak kadar önemli, oldu-bitti denip üstü kapatılamayacak kadar miras bırakan bir deneyimdir. Bu deneyimin mirası olan özörgütlenme araçlarının ihtiyacı, sürekliliği ve taraflaşması, bizlerce önce tartışılacak, sonrasında ise pratikle sınanacaktır.

-Öğrenci Muhalefet ve Baskılar, K. Göktaş, İletişim Yayınları
-Mülksüz ve Öksüz, C. Soyer, https://www.ayrim.org/guncel/mulksuz-ve-oksuz/
-Değiştirmek İçin Notlar: Gençlik – Durum ve Görevler, H. Meriç Algün, https://gelenek.org/degistirmek-icin-notlar-genclik-durum-ve-gorevler/
-Paylaşımlar: Üniversite, Bilgi, Üretim, E. Yıldırım, İletişim Yayınları