Saray Rejimi, meşruiyet krizinin en kritik evresinden geçiyor. Rejim, rızasını üretemediği sisteme halkı razı getirmek amacıyla fiziksel ve sembolik şiddet üzerinden siyaset yürüttüğü bir yola girdi. Otoriterliğini ve saldırganlığını sürekli arttırdığı yoldan, meşruluğunu kitlesinde tekrardan üretemediği için de çıkamıyor. Bu yönüyle rejimin siyasal söz üretme alanı da daralıyor. Bu dar alanda halkın taleplerini yok sayarak yürüttüğü sermaye yanlısı, otoriter politikalar ise daha büyük toplumsal gerilimler ortaya çıkarıyor. Bu gerilimlerin belli eşiklerde toplumsal mücadelede kırılmalara yol açabildiğine 19 Mart eylemlerinde şahit olduk. Bu kırılmaların devamını getirebilmek için toplumsal gerilimleri siyasal birikime, eylemleri eşik noktalarına dönüştürmek şart.
Ülkemizde siyaset, yöneten bir sermaye sınıfı ve yönetilen bir işçi sınıfı arasındaki güç ilişkisi olarak somutlanmakta. Bu iki kesim arasındaki çıkar çatışmaları daimi olmakla beraber, özellikle son yıllarda halkın -işçi sınıfının- politik alana müdahale kanallarının tıkanması, düzen içi taleplerinin dahi sonuçsuz kalması veya farklı gündemlerle üstünün örtülme çabası, bu iki kesimin çıkarları arasındaki çatışma açısının fazlasıyla açıldığının ve bu açıyı perdelemenin iktidar için giderek zorlaştığının göstergesidir.
“Milli” savaş uçağı füze denemesi yapılırken halk asgari ücret zammını bekliyor, Milli Eğitim Bakanı MESEM yaşını 12’ye düşürmeyi sanayicilerle konuşurken ilkokul çocukları okulda açlıktan bayılıyor, 15 çocuk MESEM’de hayatını kaybediyor. Bu tabloda, iktidar, halk ile patronlar arasındaki çıkar çatışmasını gizlemekte, farklı kesimleri gerçekte sermaye lehine ortak bir söylemde buluşturmakta zorlanıyor. Toplumdan, onun ihtiyaçlarından bağımsızlaştıkça giderek artan miktarda egemen sınıfa yaslanan rejimin kendisi sermaye düzenin maskesi haline geliyor, kötü tablonun sorumluluğunu sermaye sınıfı uğruna, sermayeyi gizleyerek üstleniyor. Toplum nezdinde gitgide düşmanlaşan rejim, iktidara tutunabilmek adına siyaset alanını dönüştürmek zorunda kalıyor. Bu dönüşümün yönü de rıza üretiminin belirlediği bir alandan şiddet kapasitesinin belirlediği bir siyasal alana doğru.
Bu çerçeve etrafında halkın siyasette özneleşebildiği genel geçer alanlar daralıyor ve halktan gelen talepler göz ardı ediliyor, karşılanmıyor. Bu tıkanıklığın sonucunda da pek çok toplumsal gerilim başlığı ortaya çıkıyor. Meşruiyet üretimini iktidardan halka akan bir nehre benzetirsek toplumsal gerilimler suyun akışında ortaya çıkan aşınmalar, birikintiler gibidir. İktidar açısından aşılmaz değildir. Ancak bu başlıklar üzerinde suyun akışını yavaşlatacak, kesecek barajlar kurulabilir. Bu barajları kurmanın ve güçlendirmenin karşılığı toplumsal gerilimleri siyasal mücadele başlıklarına, siyasal birikime dönüştürmektir. Bu güçlenme, gerilimin siyasi birikime dönüşmesi ile mümkün olur. Siyasi birikim ise gerilim sebebi gündemlerin genelden yerele özgü dinamikler gözetilerek yeniden üretilmesi, yan yana gelen kesimlerin sayısının artması ve yeniden üretilen siyasetin radikalleşmesi ile mümkündür. Siyasal birikim bir toplumsal gerilimin olgunlaşması, yan yana gelişlerin yaratılması daha geniş bir siyasal mücadele birikimi ile buluşması anlamına gelir.
Yaratılan siyasetin giderek radikalleşmesi yani düzen dışına çıkması nicel bir birikimin nitel sıçramalar ile belli eşikleri aşmasıdır. Kırılma anlarına kadar güçlü bir siyasal birikim haline gelen hat, siyasal birikimin gücü ölçüsünde vazgeçilmez bir kırmızı çizgi haline gelebilir.
Radikalliği hırgür eylemsellikten ziyade, düzenin meşruluğunu mevcut durumda sarsma potansiyeli olarak tanımlamak uygundur. Bu potansiyel, eylem anına kadar olan siyasi birikimdir, kırmızı çizginin kalınlığıdır. Her eylemin hedefi, birikimi güçlendirmeye yöneliktir. Eşik atlatan eylemler ise mevcut nicel birikimi nitel bir sıçrama, çoğu zaman radikalleşme, yoluyla güçlendirir. Bu güçlenmenin ivme kazanması ise eylemin bir eşik noktası olmasıyla gerçekleşir. İvmelenme, eylem sırasında değil, eylem bittiği an başlar. Bu eylem bir saldırıyı karşılamak da olabilir, doğrudan mevziiyi bir cephe haline getiren karşı saldırılar da. Siyaset alanının giderek daha çok şiddet tarafından belirlendiği bir ortamda, karşı saldırı niteliğinde eylemlerin taktik öneminin arttığı söylenebilir. Çünkü böyle atmosferlerde iktidarın saldırıları vicdanlara dokunarak toplumsal tepki yaratabildiği kadar umutsuzluk da aşılayabilir ki bu rejimin ana stratejisidir. Karşı saldırılar ise ortaya belli bir cesareti koyabilen, iktidarın değil halkın belirlediği gündemleri konuşturur, iktidarı hamle yapmak zorunda bırakır, sıkıştırır. Bir yandan da karşı saldırı niteliğinde eylemler daha güçlü bir siyasal birikim ve öncülüğe ihtiyaç duyarlar. Bunu yaratmak da bir gemide belli bir hedefe yol alan mürettebata benzetilebilecek devrimcilerin görevidir.
Unutmamak gerekli, dalgalı bir denizdeyiz. Kimilerinin etrafından dolanır, kimilerinin üstünden geçer aşarız. Her dalga kendi riskini barındırır ve bu gemide olan herkes farkındadır bu risklerin. Anlaşmak için konuşmalarına gerek bile olmaz. O geminin ivmelenmesi, yeni hedefinin belirlenmesi, aşılan dalganın rotadaki bir eşiğe çevrilmesi ise yine o mürettebatın görevidir.




