Hayvanlar da İşçi mi?

Emin Çelik17 Ağustos 2025

Başlıktaki soruya ek olarak belki de bazılarınızın aklına ikinci bir soru olarak “Bugün hayvanları konuşmanın sırası mı?” sorusu gelecektir. Bence tam da sırası. Çünkü hayvanlardan konuşmak, doğrudan politikadan konuşmaktır. Hayvanların nasıl yaşadığı, nasıl öldüğü ve kimlerin bundan kazanç sağladığı; ekonomik sistemden gıda politikalarına, çevre yasalarından sınıf ilişkilerine kadar her şeyi açığa çıkarır. Onların yaşam koşullarına bakmak, aslında bizim dünyamızı yöneten güç ilişkilerini görmek demektir.

Bu noktada bir ayrım yapmak gerek: Hayvanları işçi sınıfının bir parçası olarak görmüyorum; ancak kapitalizmin hem insan emekçileri hem de hayvanlar üzerindeki sömürü mekanizmalarını birlikte düşünmek, mücadele perspektifimizi genişletecek bir bakış sunabilir. Kapitalist sistemde işçi sınıfı insanlardan oluşur, ancak üretim sürecinde hayvanlar da metalaştırılarak sistematik bir sömürüye maruz bırakılır. Bu perspektiften bakıldığında, hayvanlar ekonomik sömürünün görünmez mağdurlarıdır.

Geçenlerde okuduğum iki metin üzerinden bunu açmaya çalışacağım. Metinlerden biri Current Affairs’te yayımlanan “How Wild Animals Became The Proletariat”[1], diğeri “Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez.”[2] İkisi de birbirinden bağımsız görünse de aslında derinden bağlı iki sorunun peşindeydi: Neden hayvanların yaşamı bu kadar ucuz? Ve bu durumu değiştirmek için neden Marksizm ile hayvan özgürlüğü hareketi el ele vermeli? Bu soruları sormak yalnızca vegan aktivistlerin işi değil. İklim krizinin her gün yeni bir türü yok ettiği, endüstriyel çiftliklerin hayvanları “üretim hattı parçası”na çevirdiği bir dünyada “özgürlük” kavramını yeniden düşünmek kaçınılmaz.

Kapitalizm tartışılırken “işçi sınıfı” dendiğinde akla çoğunlukla yalnızca insanlar gelir. Oysa üretim süreçlerine yakından bakıldığında, bu sistemin görünmeyen kurbanları olan hayvanların rolü gözden kaçırılmamalıdır. Endüstriyel çiftliklerde, laboratuvarlarda, madenlerde, ulaşım ve eğlence sektörlerinde kullanılan hayvanlar, kapitalist üretimin hem hammaddesi hem de sömürülen canlıları olarak konumlanır. Bu durum onları klasik anlamıyla proletarya yapmasa da, sistemin işleyişinde benzer bir sömürü mekanizmasının nesnesi haline getirir. Marksist analiz, üretim sürecinin yalnızca insan emeğiyle değil, doğa ve hayvanların sömürüsüyle de ayakta durduğunu gösterir. Hayvanlar, kapitalistler için maliyet unsuru değil, kârın artırılmasına doğrudan hizmet eden canlı “üretim araçları”dır. Et, süt, yumurta, deri ya da başka hayvansal ürünler elde etmek için onların bedensel varlığı ve yaşam süresi üzerinde tam bir kontrol kurulur. Bu sömürü, yalnızca hayvanın biyolojik kapasitesini değil, türüne özgü davranışlarını ve doğal yaşam hakkını da gasp eder. Marx’ın “doğanın sermaye tarafından tahakküm altına alınması” tespitini hayvanlar üzerinden okuduğumuzda, onların kapitalizmin doğal kaynak kategorisine hapsedilmiş özel bir sömürü nesnesi olduğu anlaşılır.

Bu görünmez sömürü nesneleri, insan işçilerin yaşadığı bazı yapısal baskılarla ortak bir kaderi paylaşır. Her ikisi de üretim sürecinde birer araç haline gelir, kendi yaşamlarını belirleme imkânından yoksun bırakılır. Aralarındaki fark, hayvanların bu sürece pazarlık gücü olmaksızın, tamamen zor yoluyla dâhil edilmesidir. Onlar ne çalışma koşullarını değiştirebilir ne de ürettiklerinden pay alabilir. Buna rağmen, kapitalist birikimin devasa bir kısmı onların üzerinden inşa edilir. Süt endüstrisinden tavuk çiftliklerine, balıkçılıktan kürk ticaretine kadar pek çok sektör, hayvanların yaşamlarını sermaye lehine dönüştürür.

Günümüzde eleştirel hayvan çalışmaları, bu sömürü biçimlerinin yalnızca etik değil, politik ve ekonomik bir sorun olduğunu ortaya koyuyor. Hayvanların maruz kaldığı şiddet iklim krizini derinleştirirken, aynı zamanda gıda tekellerinin ve tarım endüstrisinin küresel ölçekteki güç ilişkilerini pekiştiriyor. Yani hayvan sömürüsü, işçi sınıfının karşı karşıya olduğu yapısal baskıların bir uzantısıdır. Bu yüzden, hayvan özgürlüğü mücadelesini işçi sınıfı mücadelesinden koparmak, kapitalist tahakkümün en sağlam dayanaklarından birini görmezden gelmek anlamına gelir.

Current Affairs makalesi, David Attenborough’nun o ünlü belgeselindeki sahnelerle başlıyor: Buzullar eridiği için sığınabilecekleri alan bulamayan morslar, kayalıklara tırmanıyor ve düşerek ölüyorlar. Yazarın bu trajediyi yorumlayışı çarpıcı: “Eğer bir mors, ‘Bu buzulda bir saat oturmak için 10 dolar veririm’ diyebilseydi, bir endüstri hemen onlara lüks buz paketleri sunardı.”

Bu cümle, kapitalizmin doğaya bakışını özetliyor: Parası olmayanın yaşam hakkı da yoktur. Vahşi hayvanlar “ekonomik değer” üretmediği için, onların yaşam alanları madenler, oteller veya petrol platformlarıyla işgal ediliyor. Hatta bazen, “koruma” adı altında bile metalaştırılıyorlar: Afrika’da safari turizmiyle hayatta kalan aslanlar, turistler ilgisini kaybederse ölüme terk ediliyor. Peki bu mantık nereden geliyor? Makale, hayvanların kapitalist sistemde “evrensel sömürü nesneleri” olduğunu söylüyor. Tıpkı işçi sınıfı gibi, emekleri (veya bedenleri) sömürülüyor ama karar mekanizmalarında hiçbir söz hakları olmuyor. Köpekler şanslı, insanlar onları sevdiği için refah içinde yaşıyor. Domuzlarsa, duygusal zekâları köpeklerden farksız olmasına rağmen, sadece “etin ham maddesi” olarak görülüyor.

Burada aklıma şu soru geliyor: Acı çekme kapasitesi olan bir canlıyı, sırf “bize faydası yok” diye yok saymak ne kadar ahlaki? Current Affairs’in yazarı, bu soruyu kapitalizmin içinden cevaplıyor: “Ahlak değil, ekonomi belirler.” Eğer hayvanların acısı, insanlara finansal bir yük getirirse (örneğin, hayvan refahı yasaları işletmelere ek maliyet çıkarırsa), o zaman “düzeltilir”. Aksi halde, morslar kayalıklardan düşmeye devam eder.

İşte tam da bu noktada, “Marksizm ve Hayvan Özgürleşmesi Üzerine 18 Tez” devreye giriyor. Metin, hayvan sömürüsünün kapitalist üretim ilişkilerinin doğal bir sonucu olduğunu savunuyor. “Hayvanları aşağı gördüğümüz için sömürmüyoruz; sömürdüğümüz için aşağı görüyoruz” diyor ve ekliyor: “Kapitalizmde doğa, bedava bir kaynaktır. Hayvanlar da bu kaynağın parçasıdır: Sütleri, etleri, derileri alınır; acıları yok sayılır.”

Peki Marksizm burada nerede duruyor? Geleneksel Marksistler, hayvan özgürlüğünü “burjuva ahlakçılığı” olarak görme eğiliminde. Oysa 18 Tez, bunun tarihsel materyalist bir analizini yapıyor. Üretim ilişkileri, yabancılaşma ve sınıf mücadelesi olmak üzere üç başlıkta ele alalım. Üretim İlişkileri: Kapitalizm, hayvanları “meta” olarak örgütler. Bir tavuk, yumurta üreten bir makinedir; duyguları yoktur. Yabancılaşma: İnsanlar, hayvanlarla olan bağlarını unutur. Eti “market rafındaki paket” olarak görür, kesimhaneleri uzaklara inşa eder. Sınıf Mücadelesi: Hayvanlar direnemez, ama onların sömürüsünden kâr eden sermaye sınıfı aynı zamanda işçileri de sömürür.

Burada, post-yapısalcı düşünür Derrida’nın eleştirisi devreye giriyor. Derrida, “Hayvanlara karşı suç, insanlık suçudur” derken, insanmerkezci (antroposentrik) düşüncenin yarattığı tahakkümü vurgular. Ona göre, hayvanlar “öteki” olarak kurgulanmıştır; bu sayede onlara zulmetmek meşrulaştırılır. 18 Tez ise bu fikri bir adım öteye taşır: “Bu ikilik, kapitalizmin doğayı sömürme biçiminin ideolojik altyapısıdır.” Yani, hayvanların “akılsız” olduğu fikri, onları fabrika çiftliklerine tıkmamızı kolaylaştırır. Derrida’nın eleştirisi keskin, ama eksik kalıyor. Çünkü sadece “söylem” üzerinden gidiyor. Oysa hayvan sömürüsü, sadece yanlış düşüncelerden kaynaklanmıyor; kapitalist üretimin yapısal bir sonucu. Örneğin, bir köyde yaşayan insan, tavuğunu besler, yumurtasını alır ve ona saygı duyar. Ama endüstriyel çiftlikte, tavuklar “verimlilik” adına kafeslere tıkılır. Sorun, sadece “türcü düşünce” değil, bu düşünceyi besleyen ekonomik sistem.

Bazı Marksist düşünürler, klasik teorinin hayvanları yeterince hesaba katmadığını, hatta türcü bir çerçeveye sahip olduğunu belirtir. Ancak bu eleştiri, Marksizmin hayvan özgürlüğüyle bağdaştırılamayacağı anlamına gelmez. Aksine, üretim sürecinin bütün aktörlerini (insan, hayvan ve doğa) birlikte düşünmek hem teoriyi hem de pratiği güçlendirir. Kapitalizmin yıkıcı etkilerini yalnızca insan merkezli bir bakışla sınırlamak yerine, sömürüye uğrayan tüm canlıları ortak bir politik özne perspektifinde değerlendirmek, daha bütünlüklü bir özgürleşme mücadelesi yaratır.

Peki ya çözüm? Sosyalizm hayvanları kurtarır mı? 18 Tez, umudu sosyalist bir dönüşüme bağlıyor. Planlı Ekonomi: Hayvancılık, ekolojik denge gözetilerek düzenlenir. Vegan Geçiş: Et endüstrisinin ekolojik maliyeti ortadan kaldırılır. Dayanışma: İşçi sınıfı, hayvanların da sömürüldüğünü fark eder. Ama bu gerçekçi mi? Current Affairs makalesi, buna şüpheyle yaklaşıyor: “Sosyalist bir devlet de hayvanları ‘kaynak’ olarak görebilir.” Haklı bir endişe. SSCB’de hayvan refahı pek ön planda değildi. Ancak 18 Tez, bunun “gerçek sosyalizm” olmadığını savunuyor.

Kapitalizm, doğayı ve emeği aynı acımasız mantıkla sömürüyor. Morslar kayalıklardan düşüyorsa, Amazon yanıyorsa, mezbahalarda her gün milyarlarca hayvan ölüyorsa, bunun nedeni “kâr için her şeyin feda edilebileceği” bir sistemde yaşıyor oluşumuz. Belki de gerçek özgürlük, insanın, hayvanın, doğanın bir bütün olarak kurtuluşunda yatıyordur. Thomas Müntzer’in dediği gibi: “Tüm yaratıklar özgürleşmek zorunda.”

Sonuç: “Özgürlük Hepimiz İçin – İnsan ve İnsan-dışı Canlıların Ortak Mücadelesi”

[1] Bknz: https://www.currentaffairs.org/news/2019/05/how-wild-animals-became-the-proletariat
[2] Bknz: https://mutb.org/publications/marksizm-ve-hayvan-%C3%B6zg%C3%BCrle%C5%9Fmesi-%C3%BCzerine-18-tez/