Türkiye Siyaseti’nin Dönemleri, Aktörleri ve Meseleleri Üzerine

Ayrım Söyleşi22 Aralık 2025

Takvimler 2023 yılını gösterdiğinde Cumhuriyet’in geride bıraktığı yüzyılı farklı pencerelerden değerlendiren birçok eser kaleme alındı. Yüzyılın muhasebesi durmaksızın devam ediyor. Cumhuriyet’in 100 Yılı serisi kapsamında Tarih Vakfı Yurt Yayınları’ndan çıkan ve İsmet Akça’nın derlediği Türkiye Siyaseti: Dönemler, Aktörler Meseleler kitabı geçtiğimiz günlerde raflarda yerini aldı.

Güncel siyasetin yoğunluğu ve telaşı içinde bugünü meydana getiren nedenlerin peşine düşmek güç olabiliyor. Bu gibi eserler dün ile bugün arasındaki ilişkiyi anlamlandırmanın yanı sıra yarın için de yol gösterici izler taşıyor. Bu nedenle, geride bıraktığımız yüzyıla bakarken dönemleri, aktörleri ve meseleleri konuşmak için Kağan Şeker, İsmet Akça ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşiye konu eser vesilesiyle hem düşünsel katkıları için hem de sorularımıza vermiş olduğu kapsamlı yanıtlar için kendisine teşekkür ediyoruz.

  • Bu gibi kapsamlı eserler geniş yıllara yayılan bir birikimin ve kolektif emeğin ürünü olarak meydana geliyorlar. Bize kitabın yola çıkış hikâyesinden raflarda yerini aldığı güne kadar geçen süreçten bahseder misiniz?

Aslında benim derlediğim Türkiye Siyaseti kitabı bir serinin parçası. Dolayısıyla ilk önce ondan bahsetmemde fayda var. Cumhuriyet’in 100. yılı yaklaşırken bir asrın muhasebesine yönelik çok sayıda çalışma gündeme geldi ve arkasından yayımlandı. O dönem Tarih Vakfı bünyesinde de bütünlüklü bir proje ile bu 100 yılı ele alma fikri oluştu. Vakıf, 75. yılda da benzer bir seri yayınlamıştı. Aynı zamanda koordinatörlüğünü üstlendiğim bu proje kapsamında 13 kitaplık bir seri planladık. Burada Türkiye tarihini eleştirel bir perspektiften ele alabileceğimiz kitap başlıklarını ve kitapların derleyenlerini belirledik. Bu başlıklar şunlardı: Siyasal düşünceler, Cumhuriyet fikri, siyaset, ekonomi, eğitim, toplumsal cinsiyet, laiklik, işçiler, toplumsal hareketler, azınlıklar, kent ve çevre, sanat ve gündelik hayat. Her bir kitabın alanında uzman ve eserler vermiş derleyen(ler)ini belirledikten sonra bu arkadaşlarımız da kendi ciltlerinin içeriğini ve yazarlarını planladılar. Ortaya 300’den fazla, yine alanında uzman, farklı kuşaklardan, farklı disiplinlerden yazarı biraraya getiren bir külliyat çıkmış oldu. Türkiye’nin sert çatışmaların yaşandığı siyasi ikliminde kurumsal işbirlikleri öngörüldüğü gibi gitmese de Tarih Vakfı Yurt Yayınları bu seriyi bütünlüklü biçimde yayınlama işini üstlendi.

Bu seri kapsamında yayımlanan Türkiye Siyaseti: Dönemler, Aktörler, Meseleler kitabını hem derledim hem de kitaba iki yazıyla katkıda bulundum. Daha önemlisi toplam 23 yazar, büyük bir sabırla yayımlanmasını bekledikleri bu kitaba çok kıymetli katkılarda bulundular. Bu kitabın hazırlandığı iki yıllık çalışma, Barış Akademisyenleri’nin “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” başlıklı metnini imzalamış olmam sebebiyle, 7 Şubat 2017’de Olağanüstü Hal Kararnamesiyle üniversiteden ihraç edilip, yaklaşık 9 yıldır da üniversite dışında olduğum zor bir döneme denk geldi. Üniversiteden haksız, hukuksuz ihraç edilen 406 meslektaşımız arasında aramızdan ayrılanlar da oldu maalesef. Onlardan biri de aynı bölümden ihraç edildiğimiz, sahici soruların ve araştırma gündemlerinin peşinde koşan bir bilim insanı, hayatta ve akademide hiyerarşilerin karşısında durarak başka bir üniversitenin mümkün olduğunu gösteren, hayatımdaki çok önemli insanlardan olan, bu kitaba da “Bir Millî Görüş Partisi Olarak Refah Partisi” başlıklı harika bir yazıyla katkı sunan Fulya (Atacan) Hocam oldu maalesef. Bu kitabın ona armağan olduğunu bir kere daha belirtmek isterim.

  • Çok yazarlı ve başlıklı derleme eserlerde anlatım bütünlüğünü yakalamak hayli zor bir iş. Kitabı incelediğimizde dönemsel bir sınıflandırmanın yapıldığını ve o döneme rengini veren başlıklar üzerinden anlatımın kurgulandığını görüyoruz. Bu sınıflandırmayı yaparken neleri gözettiniz?

Şüphesiz Türkiye siyasetinin 100 yılını çok farklı kurgularla ele alabilirsiniz. Üniversiteden ihraç edilene kadar yaklaşık 10 yıl lisans ve yüksek lisans düzeyinde verdiğim Türkiye Siyaseti dersleri ile araştırma ve yayınlarımın yoğunlaştığı konuların Türkiye siyaseti oluşu bu derlemenin iskeletinin şekillenmesinde önemli bir unsur oldu şüphesiz.

Derleme kitap çalışmalarında daha en baştan netleştirmeniz gereken iki önemli konu oluyor. Birincisi, kitabın konusunu nasıl alt bölümlerle, nasıl bir iskeletle ele alacaksınız. İkincisi, çok fazla sayıda yazarın katkı sunduğu bir derlemede kaçınılmaz bir şekilde teorik yaklaşım, sorunsallaştırma ve ele alış farklılıkları vardır, bunları nasıl bir teorik ve analitik omurgada bütünleştireceksiniz.

İlkinden başlayacak olursam, çok sorunlu bulduğum bir yaklaşım Türkiye tarihinin çok fazla süreklilikler üzerinden, değişmemeler üzerinden ele alınması olmuştur. Aşağıda açmaya çalışacağım gibi bu özellikle 1980 sonrası dönemde hâkim bir anlatı haline de geldi. Marksist bir teorik çerçeve ve sorunsal içinden çalışmalarını yürüten biri olarak bakışımı bazı temeller şekillendiriyor: Ele alınan konunun tarihsel ve toplumsal bağlamına oturtulması gerektiği; toplumsal ve siyasal analizde süreçlerin önemli olduğu; bu süreçlerin her zaman çelişkiler, çatışmalar, müzakereler, çekişmeler, değişimler vb. barındırdığı, dolayısıyla tarihin düz çizgisel akmadığı; bu bağlamlar ve süreçler içinde çeşitli olasılıkların orada olduğu; tarihin içinde eyleyenlerin, yani sosyal ve politik aktörlerin pratiklerinin ve bunlar arasındaki ilişkilerin esas anlaşılması gereken olduğu; bununla birlikte bu pratikleri şüphesiz her dönemde yapısal (değişmez, katı zincirler anlamında yapı değil) eğilimlerin zayıflattığı veya güçlendirebildiği, daha mümkün veya namümkün hale getirebildiği. Tam da böyle baktığım için kitabın ana omurgasını, Türkiye tarihini alt dönemlere ayırarak ve her dönemin ana sosyal, politik, ideolojik değişim ve dönüşümü belirleyen aktörleri, dinamikleri ve meseleleri ele alarak anlatılmasını tercih ettim. Bazı alt dönemler için tek bir yazar, tek bir yazı ile bu zor işi becermek durumunda kaldı, bazı alt dönemler ise birkaç yazar tarafından ve birkaç yazı ile ele alındı.

Buna ek olarak, Türkiye siyaseti açısından çok önemli olan ve atlanmaması gereken, ancak hacim sınırları veya başka sebeplerle dönemsel analizlere yedirilemeyen veya orada tüketilemeyen bazı başlıkları da ayrıca tematik olarak ele aldık: Kadın ve LGBTİ+ hareketi ve siyasal mücadele, Aleviler ve siyaset, Anayasa ve hukuk devleti sorunu, yerel yönetimler ve medya.

İkinci önemli konu ise teorik çerçeve ve sorunsalı bir omurgaya oturtma meselesiydi. Tabii ki kaçınılmaz olarak çok yazarlı bir derlemede mutlaka bu konuda bir yelpaze olmak zorunda. Yazarların anaakım sosyal bilim paradigmalarının dışından eleştirel sosyal bilimciler olduğunu öncelikle söylemem lazım. Kitabın analitik-kuramsal çerçeve ve sorunsallar açısından nereye oturduğunu çok kısaca önsözde anlatmaya çalıştım. Burada, kuşbakışı bir şekilde, farklı dönemlerde Türkiye siyaseti analizinde öne çıkan hâkim paradigmalar ve sorunsallar ile bunları ortaya çıkaran dönemin ana dinamiklerine işaret ettim. Bu açıdan, benim fikrimin şekillenmesinde, Galip Yalman’ın veciz ifadesiyle 1980 sonrası “muhalif ama hegemonik” pozisyon kazanan devlet-merkezci analize dayalı bir modernleşme paradigmasıyla hesaplaşma belirleyici oldu. Güçlü devlet-zayıf toplum, devlet-sivil toplum, devlet-piyasa, merkez-çevre, bürokrasi-burjuvazi, asker-sivil gibi ikilikleri temel alan yaklaşımlar, toplum üstü/dışı ve kadir-i mutlak bir devletin (devlet elitlerinin ve siyasi elitlerin) her şeyi belirlediği, burjuvazinin de hep güçsüz, etkisiz resmedildiği, zaten kapitalizmin bir türlü gelişemediği dolayısıyla sınıf ilişkilerinin ve mücadelelerinin bir etkisinin olmadığı bir analiz ve anlatıyı hem Türkiye siyasi tarihi hem güncel Türkiye siyaseti için ürettiler. Teorik ve tarihsel-ampirik sayısız sorunla malul bu paradigmatik anlatı 2010’ların başına kadar etkisini sürdürdü. Devlete (Türkiye’deki devlet geleneğine) karşı olduğu için muhalif görünen ama sınıfsal ilişkilerin, devletin kapitalist veçhesinin, siyasal rejim ve devletin otoriterliğinin bunlarla ilişkisinin üzerini örttüğü ve politik ufku da bir çeşit liberalizmle sınırladığı oranda da hegemonik bir analiz ve anlatı bu. Tüm bunlar da neoliberal kapitalizm altında muazzam bir sınıfsal saldırının gerçekleştiği, devlet ve siyasal yönetim tekniklerinin her yerde baskıcı ve dışlayıcı hale geldiği, emekçilerin ve ezilenlerin kazanımlarına yoğun saldırıların olduğu, SSCB’nin yıkılması, Marksizmin teorik hegemonyasının sarsıldığı bir dönemde oldu tabii. İşte bu anlatının karşısında ve dışında, esas olarak 2000’lerin başından itibaren gelişen ve kendimi de bir parçası olarak gördüğüm yeni kuşak çalışmalar gelişti. Farklı teorik yaklaşımlara sahip (Marksizmin çeşitli varyantları, feminist çalışmalar, neo-Weberyen gelenekten çıkıp yeni özgün tarihsel sosyolojik yaklaşımlar, hatta Foucaultcu teorik çerçeve vb.) ve farklı alanlara odaklanan eleştirel çalışmalar, çeşitli birincil kaynakları da gün yüzüne çıkararak Türkiye siyasetinin ve devletin hem tarih boyunca hem de gü­nümüzde nasıl sosyo-politik güç ilişkilerinin bir alanı olduğunu sınıf, toplumsal cinsiyet, etnisite, dinî kimlik vb. eksenler üzerinden ortaya koydu. Aynı zamanda, dış politika ve iç politikanın organik ilişkiselliğini, Türkiye’nin küresel kapitaliz­min iktisadi, siyasi, askerî yapılarıyla ilişkilerini analiz ettiler.

İşte bu kitabın ana teorik-analitik omurgasını bu yeni analiz damarı oluşturuyor. Bunun yanı sıra, 1980’ler ve 1990’lardaki belirli alanlarda çok önemli katkı sunan eleştirel sosyal bilim çalışmalarının üretimini de içeriyor: Özellikle bir ideoloji olarak Kemalizm, erken Cumhuriyet dönemi siyasal gelişmeler, Türk milliyetçili­ği ve onun dinî, etnik topluluklarla ilişkisi, Türkiye modernleşmesinin kimlik so­runları, ordunun sahip olduğu siyasal güç, modern Türkiye tarihinin patriyarkal boyutu üzerine literatür.

  • Cumhuriyet’in geride bıraktığımız yüzyılının kuşbakışı görünümü ne olur? Geride bıraktığımız yüzyıl bize ne anlattı?

Bu zor bir soru ama bu tarihe damgasını vuran ana unsurları, ki bunlar bugün de Türkiye’nin temel politik sorunları olarak önümüzde duruyor, birkaç başlıkta toparlamaya çalışayım. Tabii aşağıda saydığım her bir başlığın Türkiye tarihi içinde farklı dönemlerde çok önemli değişimler geçirdiğini ve bu değişimleri analiz etmenin elzem olduğunu da unutmadan.

  • Hızlı bir kapitalistleşme ve onun sınıfsal ilişkileri ve çatışmaları: Türkiye tarihine damgasını vuran ana dinamik bence hızlı bir kapitalistleşme, sermaye birikimi ve (Türk-Müslüman) ulusal burjuvazi oluşumu ve işçi sınıfı ve köylülüğün ağır sömürü ve tahakküm altına alınması. Buna eşlik eden, işçi sınıfı, köylüler başta olmak üzere tabi sınıfların ekonomik ve politik içerilme mekanizmalarının zayıf veya siyaseten zorunlu olarak hayata geçirilse de kırılgan oluşu. Bu tabi sınıfların açık veya zımni mücadeleleriyle elde ettiği kazanımların kriz anlarında, devletin tüm zor aygıtlarının da devreye girmesiyle, ilk saldırılan şey olması.
  • Türkiye’nin küresel kapitalist, emperyalist sistem içindeki konumu: Türkiye’nin iktisadi, siyasi, askeri, ideolojik bağımlılık ilişkileri, bu çerçevede varsa özerkleşme dinamikleri.
  • Ulus-devletin ve hâkim ve resmi milliyetçiliğin inşası, bunun çeşitli etnik ve dini topluluklarla ilişkisi: Cumhuriyet öncesinden itibaren, Türk ulusal kimliğinin etno-dinsel temelde inşası ve ulusal kimliğin aslen Müslüman-Türk olarak tarifi, Müslüman olmayan (Ermeniler, Rumlar, Yahudiler gibi) toplulukların aslen bu resmi kimlik dairesinin içinde görülmemesi. Müslüman ama etnik olarak Türk olmayan toplumsal grupların ise Türkleştirilebilir olduğu ve Türkleştirilmesi gerektiği (asimilasyon politikaları), ki Kürt meselesinin varlığı bu yaklaşımdan kaynaklanıyor esasen.
  • Modernleşme politikaları çerçevesinde laiklik, din-siyaset ilişkileri ve siyasal İslamcılık: Dinin toplumsal ve siyasal alandaki yerinin nasıl düzenleneceği, değişimin mekanizmalarının ne olacağı, devletin politikalarının dinler ve mezhepler karşısında tarafsız olmaması, özgürlükçü bir laiklik mekanizmasının eksikliği, sağ siyasetlerin dini siyaset ve devlet alanının içinde yoğun bir şekilde kullanması ve bu yapılara entegre etmesi, müstakil bir siyasal İslamcılığın (ana damarı Milli Görüş hareketi ve partileri) doğması, sosyo-politik aktörlerin mücadele ve alternatif yaratmada yetersizlikleri ve din-siyaset ilişkilerinin güvenlikleştirilmesi, bu siyasal İslamcı damarın bir devamı olarak AKP iktidarı ile 21. yüzyıl başında siyasal İslamcılığın küresel neoliberal kapitalizmle entegrasyonu ve 2013/2015 sonrası hegemonya ve devlet krizleri çerçevesinde, küresel dalgaya da paralel biçimde, yeni-faşizm unsurları da yoğun biçimde içeren yeni bir siyasal rejim ve devlet inşası süreci.
  • Patriyarkalizmin toplumsal, siyasal, ideolojik varlığı: Farklı alt dönemlerde değişen formlarla da olsa süreklilik arzeden patriyarkal yapının hakimiyeti, 1980 sonrası gelişen müstakil bir feminist hareket ve ardından 2000’ler sonrasında yükselen LGBTİ+ hareketi, yeni faşizm dalgası çerçevesinde bu hareketlere yönelik saldırılar, bunun siyasal ve ideolojik alan ile devletin inşasındaki rolü.
  • Devletin otoriter, militer faşizan yapısının kırılamaması ve demokratikleşme yokluğu: Sırasıyla yukarıda sayılan dinamiklerce şekillenen, faklı formlara bürünen otoriter bir devlet yapılanması ve bunu mümkün kılan sosyo-politik bloklar.
  • Toplumsal mücadelelerin usanmayan direngenliği: Siyasal alandaki en ağır baskılara rağmen, 100 yılı aşan bu tarihin içinde işçilerin, köylülerin, gençlerin, kadınların, LGBTİ+’ların, Kürtlerin, Alevilerin vb. verdikleri kimi zaman açık kimi zaman zımni mücadelelerle bu tarihteki varlıkları, bu tarihi yapanlar oluşu.
  • Bu anlattıklarınız ışığında, özellikle tam da neoliberal kapitalizm altında muazzam bir sınıf siyaseti ve karşı-devrimci saldırı gerçekleşirken, 1980’lerden itibaren liberal demokrasiyi ideal bir ufuk olarak sunan anlatı hayli kurucu bir yer işgal etti. Bu çalışma bir nevi bugüne dek sahnede olmayanları da sahneye çağırıyor gibi. Sahiden de farklı bir okuma mümkün mü? Dönemleri, aktörleri ve meseleleri değerlendirdiğimizde bu karşı-devrimci saldırıya verilecek yanıtlar bakımından yarına çıkarılacak dersler nelerdir?

Yukarıda anlattığım “muhalif ama hegemonik” tarihsel anlatı, Türkiye’de devletin ceberrut karakterini bizatihi devlet elitlerinin kendisiyle açıklarken, temelde bu otoriter, belli dönemlerde faşizan, uzun onyıllar boyunca askeri (militarist) devlet formunun nasıl da kapitalizmin sınıfsal dinamikleriyle bağlantılı olduğunun üzerini örttü. Kimi tamamen anaakım yorumlarında ise bu devlet formunu belirli dönemlerde (örneğin darbeler, askeri rejimler) yükselen toplumsal ve siyasal muhalefete karşı zorunlu bir ihtiyaç olarak da savundu. Ama eleştirel yorumlarında da, bu ceberrut devlet karşısında liberal demokrasiyi bir panzehir ve politik ufuk olarak sundu. Bu analiz çerçevesi bunun yolunun da burjuvazinin, piyasa ekonomisinin, (çoğu kez dini cemaatler dahil) sivil toplumun, bireyciliğin (toplumsal bireyin değil), merkeze karşı çevrenin gelişmesi olduğunu vazetti. Bu tüm alanların aslında nasıl iktidar, sömürü, tahakküm mekanizmalarının işlediği alanlar olduğunun üstünü örttü. İdealize edilmiş, aşırı soyutlanmış bir Batı ve Avrupa tarihi de (oryantalizmin ayna işlevi olarak) oksidantalizm olarak devredeydi bu tarihsel anlatılarda. Dolayısıyla, bu yaklaşım Türkiye toplumuna bir politik ufuk olarak liberal demokrasinin konmasıyla da organik ilişki içindeydi.

Yukarıda hızlıca zikrettiğim yeni kuşak çalışmalar ise, siyaset ve demokrasi ufkunun li­beral paradigmanın ötesine taşınmasını da sağlıyor. İşçiler, köylüler, kadınlar, LGB­Tİ+ topluluklar, gençler, Kürtler, Aleviler vb. tahakküm altındaki toplulukların, ezcümle tüm ezilenlerin, yani siyasetin gerçek öznelerinin kendilerini siyasetten koparmaya, uzak tutmaya, yabancılaştırmaya yönelik tüm iktidar pratiklerine rağmen, Türkiye siyasetini etkilediğini, belirlediğini ortaya koyuyor bu çalışma­lar. Bazen aktif (kamusal, aleni mücadelelerle) bazen görece pasif (varoluşları ve gündelik dirençleriyle) yollarla tarihin yapıcıları olarak gün yüzüne çıkıyorlar bir kere daha. Bu çalışmalar bize, Türkiye’de sıklıkla formel-kurumsal-(ana)yasal özelliklerine indirgenerek tartışılan demokrasinin kuramsal ve tarihsel anlamını da hatırlatıyor. Demokrasi; iktisadi, siyasi, ideolojik güç kaynaklarından mahrum bırakılarak ezilen, sömürülen, tahakküm altında tutulanların bu durumu değiş­tirmek üzere mücadelesiyle mümkün olmuştur. Bu toplumsal grupların mücade­leleriyle kazandıkları ve kendilerini güçlendiren kurumsal-(ana)yasal-toplumsal vb. tüm mekanizmaların inşasına dairdir. Geçmişi böyle yazmak, bugünü ve yarı­nı da böyle inşa etme hafızasını ve ufkunu da veriyor bize. Derlediğim Türkiye Siyaseti kitabını da evet bu çerçeveye yerleştirdiğimi söyleyebilirim. Tarihi her zaman başka merceklerle kurarız. Bugün eşitlik, özgürlük mücadelesi nasıl sömürülen, ezilen, tahakküm altında tutulan toplumsal grupların mücadeleleriyle yükselebilirse ancak, tarihte de bu toplumsal grupların hikâyesini ortaya çıkarmak, bu toplumsal grupların siyasetin ve devletin oluşumunda etkilerini ortaya koymak, onların dönüşüm ve değişimin aktörleri olduğu ve olabileceğini ortaya koymaktır. “Anlatılan senin hikâyendir”i pusula edinmek, Marx’ın erken dönem metinlerinde bolca kullandığı “gerçek/sahici demokrasi”nin, kapitalizmin ürettiği ve liberal paradigmanın pişirerek önümüze koyduğu sosyal ilişkileri ve ikilikleri yıkacak bir radikal dönüşümü gerektirdiği ufkunu yeniden kazanmak gerekir.