Türkiye’de belediyecilik uzun süredir gündelik veya altyapıya dair hizmetlerden çok daha fazlasını anlatıyor, siyasette merkezî gündemi işgal ediyor. Bir yanda iktidarın muhalefete yönelik taarruz sahası olarak, diğer yanda kamu kaynaklarının dağılımındaki belirleyici rolüyle belediyecilik, bugün Türkiye’de sınıfsal gerilimlerin, yurttaşlık tanımlarının ve hatta siyasal meşruiyet arayışlarının temel zeminlerinden biri hâline gelmiş durumda. Neoliberal politikaların yerel düzlemdeki olumsuz tezahürü, artık yalnızca özelleştirme ya da hizmetin piyasalaşmasıyla da sınırlı değil; kentli bireyin gündelik hayat deneyimini, duygu durumunu ve gelecek tahayyülünü de şekillendiriyor, düzenin ideolojik tahkimatında başrollerden birini üstleniyor.
Tam da bu nedenle, yerel yönetimlere dair tartışmaları yüzeysel ‘hizmet performanslarının’ ötesine taşıyan, toplumun kılcallarına nüfuz ederek yaratılan yurttaş profilinde belediyelerin nasıl bir etkisi olduğunu göz önüne alan bir çözümleme yapmak, her zamankinden daha kıymetli görünüyor. Bu kapsamda, neoliberal belediyeciliğin Türkiye’de nasıl işlediğini, geçmişten bugüne nasıl bir çizgi izlediğini ve bugün hangi çıkış yollarının mümkün olabileceğini konuşmak üzere ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden Prof. Dr. Mustafa Kemal Bayırbağ ile bir araya geldik. ‘Girişimci vatandaşlık’tan ‘kuvvetli başkan’ figürüne uzanan dönüşümleri tartışmaya açan bu söyleşi ve ümitvar bir siyasete dair değerli katkıları için kendisine teşekkürlerimizi sunuyoruz.
“Umut siyasetine ihtiyaç var.. Belediyeler, bu anlamda çok stratejik”.
Zeki Avci (ZA): Hocam, sizin çalışmalarınızda yerel yönetimlerin sadece hizmet sunumuyla sınırlı olmadığını, aynı zamanda Türkiye’nin genel yönetim tarzını, sosyal politikalarını, sosyal psikolojiyi ve kitle konsolidasyonunu etkileyen bir alan olduğunu sıkça vurguluyorsunuz. Bu bağlamda, birkaç temel sorudan başlayalım: “Neoliberal belediyecilik” diye bir şey var mı? Varsa, bu kavram neyi ifade ediyor ve yerel yönetimleri nasıl dönüştürdü?
Mustafa Kemal Bayırbağ (MKB): Teşekkür ederim. Öncelikle “neoliberal belediyecilik” kavramıyla başlayalım. Bu terimi kullanırken, akademide sıkça düştüğümüz bir tuzağa işaret etmek istiyorum: Neoliberalizm, sanki her şeyi açıklayan, yukarıdan şimşekler çaktıran bir “Hegelyan akıl” gibi, Olimpos’un tepesinden her şeyi yöneten bir ruhmuşçasına sunulabiliyor. Ama ben böyle bir neoliberalizm olduğundan emin değilim. Daha çok, siyasetçilerin, yöneticilerin, hatta sıradan insanların gündelik pratiklerinde ortaya çıkan bir durum var. Neoliberalizm, bir proje olarak yukarıdan mı dayatıldı, yoksa zaten var olan bir dalganın üzerine mi binildi? Ben ikinci görüşe daha yakınım. Kapitalizmin dönüşüm sürecinde, aktörler –IMF veya Dünya Bankası gibi kurumlar, siyasetçiler ya da kanaat önderleri– bu dalgayı yakalayıp üzerine sörf yapmaya başladı.
“Neoliberalizm diye adlandırdığımız şeyin nedensel köklerini anlamak için, kopuşlardan çok devamlılıkları incelemeliyiz”.
Türkiye’de neoliberalizmi anlamak için sadece belediyeciliğe değil, Türkiye’nin toplumsal dönüşüm ve kentleşme hikayesine de bakmamız gerekiyor. Neoliberalizm, özünde piyasanın aklına ve iş yapış yöntemlerine dayanan, ama kamunun hâlâ merkezde olduğu bir yönetim biçimi. Girişimcilik mottosuyla somutlanıyor; bazen şeffaflık, katılımcılık, yönetişim, kalkınma gibi kavramlarla süsleniyor. Ancak, IMF veya Dünya Bankası’nın önerdiği özelleştirme politikaları –suyu, elektriği özelleştirme gibi– hazır bir belediyecilik programı sunmuyor. Gerçeklikte, bürokrasi ve toplumsal dinamikler bu politikaları şekillendiriyor. O yüzden, meseleyi tarihselleştirmek ve devamlılıklara bakmak önemli. Neoliberalizm diye adlandırdığımız şeyin nedensel köklerini anlamak için, kopuşlardan çok devamlılıkları incelemeliyiz.
ZA: Yani, neoliberalizmi bir “kopuş” olarak değil, bir “devamlılık” olarak mı görmeliyiz?
MKB: Evet, kesinlikle devamlılıklara bakmalıyız. Türkiye’de belediyeciliğin dönüşümünü anlamak için 1970’lere, hatta daha öncesine, 1960’lara kadar gitmemiz gerekiyor. Kentleşme, 70’lerde hız kazandı ve bu, belediyecilikte yeni pratiklerin ortaya çıkmasını zorunlu kıldı. CHP’nin 70’lerdeki belediyecilik deneyimi, adeta bir laboratuvar gibiydi. Kaynaklar çok kısıtlıydı, merkezi yönetim destek vermiyordu, ama kentleşmenin getirdiği sorunlar –barınma, su, kanalizasyon, elektrik– acil çözümler gerektiriyordu. Bu dönemde belediye şirketleri ortaya çıktı. Mesela, halk ekmek fabrikaları, Ankara’da Belko gibi yapılar, CHP belediyeciliğinin ürünleridir. Merkezi yönetimin baskısını aşmak için piyasa mekanizmalarına yönelindi. Bu, piyasalaşma değil, piyasada örgütlenme zorunluluğuydu. Kar amacı gütmeden, hizmet sunumunu hızlandırmak için bu yapılar kuruldu. Örneğin, benim yüksek lisans tezimde incelediğim Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin halk ekmek fiyatları, 1978’den 1999’a kadar piyasanın üçte ikisi seviyesindeydi. Bu, hem CHP/SHP döneminde hem de Melih Gökçek döneminde böyleydi. Gökçek, sadece üretim ve dağıtım noktalarını artırdı, ama sistemin temeli aynı kaldı.
Bu dönemde, belediyeler merkezi yönetimi bypass etmek için hemşerilik ağlarını, sivil toplumu, hatta akrabalık ilişkilerini devreye soktu. Bu, bir tür pragmatik çözümdü. AKP’nin belediyeciliği de bu temeller üzerine inşa edildi. Refah Partisi’nin 1991’de başlayan, 1994’te İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde belediyeleri kazanmasıyla güçlenen süreci, aslında 70’lerden gelen bu pratiklerin devamı niteliğinde. Ancak, Refah Partisi ve sonrasında AKP, bu sürece popülist bir dil ekledi. Bu popülizm, sınıfsal bir öfkeye hitap eden, ama sınıf dilini doğrudan kullanmayan bir söylemle şekillendi.
ZA: Popülizm derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? AKP’nin belediyeciliğinde bu popülizm nasıl bir rol oynadı ve nasıl bir vatandaş tipi yarattı?
MKB: Refah Partisi’nin 90’lardaki belediyeciliği, yoksulluğa ve toplumsal adaletsizliğe vurgu yapan bir söylemle ortaya çıktı. Recep Tayyip Erdoğan’ın ya da Melih Gökçek’in erken dönem konuşmalarına bakarsanız, “Vatandaşın karnı aç, bunlar heykel yapıyor” gibi öfkeli bir dil görürsünüz. Bu, sınıfsal bir öfkeye hitap eden, ama sınıf dilini doğrudan kullanmayan bir popülizm. Toplumun en yoksul kesimlerine, gecekondu mahallelerine kadar ulaşmayı başardılar. Ruşen Çakır’ın da belirttiği gibi, Refah Partisi’nin seçim kampanyaları, neredeyse sol partilerin yöntemlerini andırıyordu. Örneğin, kapı kapı dolaşarak, en uç mahallelere kadar giderek örgütlendiler. Bu, bir tür “iyi yöneticilik” vaadiyle birleşti. “Müslüman adam çalmaz, kaynakları verimli kullanır, hizmeti ayağınıza getirir” söylemi, halkta büyük karşılık buldu.
Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde mezarlıkları düzenlemesi gibi projeler, hem hizmet sundu hem de performatif bir siyaset tarzıyla halka “iş yapıyoruz” mesajı verdi. Bu performatif siyaset, Erdoğan Çiftçi’nin de “Erdoğan’ın Siyaset Biçimi” kitabında vurguladığı gibi, sayılarla, rakamlarla konuşan bir dil. “Şu kadar yol yaptık, bu kadar proje bitirdik” gibi nicelik odaklı bir söylem. Hızlı ve verimli iş yapma vaadi, kriz dönemlerinde özellikle etkili oldu. İnsanlar, kısıtlı kaynaklarla hızlı sonuç üreten liderlere yöneldi. Bu, bir tür “iyi işletmeci” imajıyla desteklendi.
“Artık, kentsel rantın sürdürülebilirliği azaldı, ucuz borçlanma imkanları bitti, enflasyon yükseldi. Artık ev sahibi olanlarla kiracılar arasında keskin bir ayrım var. Makbul vatandaşlık, parası olanlara özgü bir hale geldi”.
Bu süreç, yeni bir vatandaş tipi yarattı: “Girişimci vatandaş.” Artık makbul vatandaş, arsa ya da ev sahibi olup bunu değerlendirebilen, hızlı zenginleşme fırsatını yakalayan birey. Türkiye’de servet, istihdamdan değil, varlık üzerinden –özellikle arsa ve arazi üzerinden– üretiliyor. Kentsel dönüşüm projeleri, bu süreci hızlandırdı. Arsa sahibi kazanıyor, müteahhit kazanıyor, belediye başkanı siyasi rant elde ediyor. Bu, AKP’nin “kazan-kazan” felsefesinin bir yansıması. İnsanlar, “Reis sayesinde eve oturuyoruz, lüks arabamla geziyorum” diyor. Bu, tüketim odaklı, bireyselleşmiş bir vatandaş tipi yaratıyor. Ancak, bu sistemin sınırlarına gelindi. Kentsel rantın sürdürülebilirliği azaldı, ucuz borçlanma imkanları bitti, enflasyon yükseldi. Artık ev sahibi olanlarla kiracılar arasında keskin bir ayrım var. Makbul vatandaşlık, parası olanlara özgü bir hale geldi.
ZA: Bu süreç, toplumsal olarak nasıl bir öfke biriktiriyor? Özellikle gençlerde bu durum nasıl bir yankı buluyor?
MKB: Bu sistem, ciddi bir öfke biriktiriyor. AKP, bir zamanlar bu öfkeden beslenerek iktidara gelmişti, ama şimdi kendisi bu öfkenin hedefi olabilir. Göçmenler gibi yeni “düşmanlar” yaratılarak bu öfke manipüle edilmeye çalışılıyor, ama bu geçici bir çözüm. Gençlerde ise derin bir yabancılaşma var. Bir yandan yalnızlık ve kaygı, diğer yandan kaynaklara erişememe problemi –iyi eğitim, sağlık, istihdam gibi. Mehmet Penpecioğlu ile yaptığımız çalışmalarda, yabancılaşmanın iki temel emaresini tespit ettik: Birincisi, yalnızlık hissi. İnsanlar, dayanışma mekanizmalarının çekilmesiyle zeminsiz kalıyor; bu, öfke, kaygı ve güvensizlik yaratıyor.
“İnsanlar patlamaya hazır bombalar gibi. Ancak, bu öfkenin nereye yöneleceği belirsiz. Faşist hareketler, bu öfkeyi “hızlı çözümler” vaadiyle manipüle edebiliyor”
İkincisi, kaynaklara erişememe. Başını sokacak eve, ucuz gıdaya, toplu taşımaya erişim zorlaştı. Bu, özellikle gençlerde, “İhale kovalamadığım için aptalım” gibi bir duygu durumuna yol açıyor. İnsanlar, makbul vatandaş olmanın yolunun arsa sahibi olmaktan ya da hızlı zenginleşmekten geçtiğini düşünüyor. İnsanlar patlamaya hazır bombalar gibi. Ancak, bu öfkenin nereye yöneleceği belirsiz. Faşist hareketler, bu öfkeyi “hızlı çözümler” vaadiyle manipüle edebiliyor. Örneğin, Naziler’in enflasyonu birkaç yılda çözmesi gibi, kestirme çözümler cazip gelebiliyor. Ama bu çözümler, başka bedeller ödetiyor. Umut siyaseti, somut projelerle ve dayanışma ağlarıyla desteklenmeli.
ZA: Antep gibi yerlerde, bu öfkeye rağmen Fatma Şahin gibi belediye başkanlarının popülerliği nasıl açıklanabilir? Bu, neoliberal belediyeciliğin bir başarısı mı?
MKB: Antep, ağ yönetiminin çok güçlü olduğu bir örnek. Benim doktora tezim, Antep’in sanayileşme ve kalkınma hikayesi üzerineydi. Orada gördüm ki, belediye başkanı sadece hizmet sunan bir figür değil; sanayi, ticaret ve sosyal ağların merkezinde bir aktör. Antep’in sanayi ve ticaret odaları, cemaatler, hemşerilik ağları, belediyeyle entegre çalışıyor. Bu, belediye başkanını güçlü kılıyor. Ankara veya İstanbul gibi metropollerde daha merkezi bir figür gerekirken, Antep’te ağ yönetimi ön planda. Şahin, bu ağların kesişim noktasında duruyor; müteahhitler, cemaatler, esnaf, herkes ona erişmek zorunda. Bu, bir tür “yönetişim” gibi görünüyor, ama aslında “kuvvetli başkan” figürünü güçlendiriyor. Neoliberalizmin “güler yüzü” olan yönetişim, paradoksal olarak kişilik kültü ve tek adamlık üretiyor.
ZA: Bu neoliberal belediyecilik, sadece hizmet sunumuyla değil, aynı zamanda gündelik hayatı ve yurttaşın duygu durumunu şekillendiriyor. Peki, bu süreç geleceğe nasıl bir projeksiyon sunuyor? Çıkış yolları neler olabilir?
MKB: Neoliberal belediyecilik, 1960’lardan beri devam eden bir sürecin parçası. 1963’te belediye başkanlarının doğrudan halk tarafından seçilmeye başlaması, “başkanlaşma” denen bir olguyu başlattı. Bu, Türkiye’nin 2017’deki başkanlık sistemine geçişini kolaylaştırdı, çünkü zaten siyaset bu şekilde kurgulanıyordu. Piyasayla ilişki kurma zorunluluğu, popülizmle birleşince hem güçlü belediye başkanları hem de yeni bir vatandaş tipi yarattı: Girişimci, tüketim odaklı, bireyselleşmiş bir vatandaş. Ancak, bu sistem sınırlarına ulaştı. Kentsel rantın sürdürülebilirliği azaldı, ucuz borçlanma imkanları bitti, enflasyon yükseldi. Ev sahibi olanlarla kiracılar arasında keskin bir ayrım oluştu. Bu, ciddi bir öfke biriktiriyor.
“İnsanlara, “Yoksulluk kader değil, çıkış mümkün” mesajını somut projelerle vermek zorundayız”.
Çıkış için iki şey kritik: Birincisi, dayanışma ağlarını yeniden inşa ederek yalnızlık hissini kırmak. Orta Doğu’nun hâlâ çözülmemiş dayanışma kültürü, burada bir avantaj. İkincisi, kaynaklara erişimi demokratikleştirmek –eğitim, sağlık, istihdam gibi. Belediyeler, bu süreçte stratejik bir rol oynayabilir. Kreşler, bakım evleri, sosyal yardım projeleri gibi girişimler, toplumun en kırılgan kesimlerine dokunabilir. Ama sadece belediyecilikle yetmez; ulusal ölçekte yeni bir kalkınma modeli gerekli. İnsanlara, “Yoksulluk kader değil, çıkış mümkün” mesajını somut projelerle vermek zorundayız. CHP belediyeleri, şu an halkın güvenini kazanıyor, ama kentsel rant dışında bir büyüme modeli kurgulanmalı. Bu yüzden, umut siyasetine ihtiyaç var.. Belediyeler, bu anlamda çok stratejik. Kreşler, bakım evleri gibi projeler, toplumun en kırılgan kesimlerine –çocuklar, kadınlar, yaşlılar– dokunabilir.