19 Mart Darbe Girişimi hem Türkiye demokrasi tarihinde hem de AKP’nin kendi özel tarihinde yeni bir dönüm noktasını işaret ediyor.
Yaklaşık 2 aylık süreçte 2017 referandumundan beri gelmekte olanın geldiğini, rejimin nasıl ve ne şiddette değiştiğini çıplak bir gerçeklik olarak deneyimledik. Siyasal İslamcı geleneğin Türkiye’de demokrasiyi bir tren gibi gördüğünü, ülkede hedeflediği dönüşümü gerçekleştirebilmek için kimi zaman ona dört bir koldan sarılırken son örnekte olduğu gibi işine gelmediğinde de kolayca rafa kaldırabileceğini…
Kürt sorununda yeni süreç, kayyumlar, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ve İBB operasyonu; her bir büyük gelişme, aşırı pragmatist büyük çadır partisi[*] haline gelmiş AKP’nin iktidarda kalabilmek uğruna her türlü siyasi etik ve ilkeyi enstrüman olarak kullanabileceğini gösteriyor. Gösteriyor ama, Türkiye’nin bir de değişmeyen gerçeği var: Direniş.
Muadillerine kıyasla toplumsal muhalefetin ya tepeden tırnağa dizayn edildiği ya da tamamen sessizleştirildiği bu tip rejimlere kıyasla Türkiye’de karşı-toplumsallık kendisini yeniden üretmenin yolunu daima buluyor. Bunu söylemek, Türkiye’de muhalefetin iktidardan hiç olumsuz etkilenmediğini ya da ona benzeşen noktaları olmadığını söylemek değil elbette; ancak yine de köklerini Gezi’ye ve laiklik, özgürlük, adalet temalı mücadelelere dayandıran ve sınıfsal aidiyet açısından emekçilerin başı çektiği bir direniş hattından söz etmek mümkün.
19 Mart sürecinde (hakkını ana muhalefet liderinin dahi teslim ettiği üzere) operasyonların genişlemesini durduran, bir manada darbeyi püskürten de bu direnişin gençlerin öncülüğündeki yeni atağı oldu. Beyazıt’ta üniversitelilerin aştığı barikat, tüm topluma direnişi bir kez daha sandıktan sokağa taşıma çağrısı anlamındaydı. Toplum bu çağrıya kulak verdikten sonrasını ise hep birlikte yaşadık ve yaşıyoruz.
Bir ”Survival” Parti Olarak AKP
Yukarıda sözünü ettiğim bir hususa yeniden vurgu yapmak isterim: AKP, son kongresinde yaptığı değişikliklerin de gösterdiği üzere bildiğimiz AKP değildir. O artık, Saray Rejimi’nin yerleşiklik kazanmasıyla birlikte devletle partinin bütünleştiği, dolayısıyla pek çok ideolojik hattın da kendi içerisinde tekleştiği bir büyük çadır partisidir. Ne eskisi gibi Siyasal İslamcı tonu baskındır ne de bir anda seküler Cumhuriyetçi bir parti oluvermiştir, bunların hepsi ve hiçbiri aynı anda doğru ve geçerlidir diyebiliriz.
Adalet ve Kalkınma Partisi, siyasi merceğini devletin bölge siyasetindeki kısa ve orta vadeli çıkar ve tehlikelerinin üzerine yerleştirdiği iddiasında olan, bu merceği de ancak Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığının sürekliliği sağlandığı ölçüde hedef üzerinde tutabileceğini salık veren bir “survival” harekete dönüşmüştür. Erdoğan tartışmasızken kalan her şeyin tartışmasız olanın devamlılığına hizmet ettiği ölçüde tartışılabilir ve uygulanabilir olduğu bir hareket.
Tablo böyle olduğu için muhaliflerin önemli bir kısmının AKP’ye katıldığı için öfke kustuğu kişilerin AKP’ye katılabildiği, AKP’nin “iki ayyaş” çizgisini terk ederek muhalif Kemalist toplumsallığı Atatürkçü olamamakla itham edebildiği, “Tayyip istifa!” sloganının sokakta polisin “Atmış olduğunuz slogan kanunsuzdur!” şeklindeki yoğun anons ve uyarılarına maruz kalabildiği bir dönemi yaşıyoruz.
Tüm bunları yalnızca siyasi ortamı analiz etmek için değil, ayrıca “direniş”e ne gibi çıkarımlar sunabileceğini tartışmak için yazıyorum. Bana göre, terk edemediğimiz kimi ezberler ve özellikle direnişin sol tarafında rejim değişikliğinden bile çok öncesine götürebileceğimiz kronikleşmiş sorunlar nedeniyle mücadele ettiğimiz yapıyı anlamaktan aciz durumda sayılırız.
Direniş Sorunları
19 Mart’ın kuşkusuz bir biçimde gösterdiği üzere ülkesini etkileri on yıllar sürecek bir karanlığa, mücadeleyle elde edilmiş kazanımların gerisine götürmek isteyenlere karşı emekçiler hiç de sanıldığı gibi çaresiz kabullenme konumunda değiller. Rejimin hukukla alakası olmayan bir operasyonla tutukladığı ve önemli çoğunluğu örgütlü de olmayan gençlerin cezaevini korkulmayacak bir yere çevirmesi, ana muhalefet liderinin bir cani tarafından saldırıya uğradıktan birkaç gün sonra karanlıklar içinde düzenlenen Beyazıt Meydanı’ndaki mitingin dolması basit göstergeler.
Ancak şu sorunu ortaya koymak gerekir: Direniş, hala büyük çadır karşısında arzuladığı kazanımları elde edebilecek yığınlara kavuşamamış durumda. Bunun yolu ise, doğru iletişim kampanyalarıyla ve sokağı asla vitrindeki görkemli yerinden indirmeden direnişi sürece yaymaktan geçiyor.
Çünkü Avrupa’nın en borçlu ve en çok çalışmak zorunda olan, üstelik ekonomisi yıllardır süren bir darboğazdan geçen bir emekçi halkın politik direniş sergilerken hayatta kalma mücadelesinin de üstesinden gelmekle mükellef olduğunu unutamayız.
Çünkü halk ne kadar sokağa çıkmaktan çekinmese de sokakta hakkını arayan bir emekçinin tutuklanmaktan, işinden atılmaktan, ailesinden uzak kalmaktan, hapis yatmaktan korkmasının çok doğal olduğu gerçeğini değiştiremeyiz.
Öyleyse korkuyu paylaşarak yenmenin, politik kazanımlara odaklanırken hayatta kalma mücadelesiyle de baş etmenin tek yolu toplumsal alanda dayanışmayı büyütürken, siyasal alanda radikalliği kitleselleştirmektir.
Toplumsal alanda dayanışmayı büyütmekten kasıt; hiç tanımadığı insanların özgürlüğü için kendi özgürlüğünü riske atmak pahasına eylem yapan, yurttan atılan bir öğrenciyi evinde ağırlayan insanların birbirine ve ülkesine duyduğu yoğun hissi direnişin karakteristiği haline getirmek, ayrıca (Gezi’de ve boykot sürecinde tanık olduğumuz üzere) direnişe katılan herkesin sahip olduğu tüm kaynakları ortaklaştırmaktır.
Siyasal alanda radikalliği kitleselleştirmek dendiğinde ise; bu direnişin hiç de kısa vadede vur-kaç taktikleriyle kazanılabilecek gibi olmadığını bilince çıkarmak, atılan her adımın önemini teslim ederken bunun genel çıkara ne denli hizmet edeceğini de hesaba katmak, 1 Mayıs tartışmalarında üzülerek tanık olduğumuz üzere mücadeleyi birilerinin cesareti ile birilerinin korkaklığı gibi soyut ve dayanaksız ikiliklere sıkıştırmamak anlaşılmalıdır. Sokak röportajında konuşmanın ya da maaşını hak etmek için haber yapmanın hapse atılmakla sonuçlanabildiği rejim koşullarında eline bayrak alıp Yozgat, Konya ya da Saraçhane mitingine gitmek de kitleselleştirilmeye müsait (ve muhtaç) bir radikalliği özünde barındırmaktadır zaten.
Solun direnişe sunduğu marjinal katkı, sokakta direniş kültürünü yaratıp temsil etmeyi sürdürmesi ve sokağa belki de ilk defa hak aramak için çıkan gençler başta olmak üzere geniş kitlelere, Büyük Üniversite Mitingi’nde olduğu gibi öncülük edebilme kapasitesidir. Ancak sol, özellikle 1 Mayıs sürecinde tartışmayı her anlamda çok verimsiz yürütmüş ve kendisiyle tanışan geniş kitleleri solun, sosyalizmin, mücadelenin, 1 Mayıs’ın insana iyi ve umutlu hissettiren tarafları yerine kendi içinde birbirini hainlik ya da korkaklıkla suçladığı toksik bir ortamla tanıştırmıştır. Bu yalnızca Kadıköy iradesini değil, Taksim iradesini de kısa süre içerisinde zarara uğratacaktır.
İster Kadıköy’e gitmiş olsun ister Taksim’e, bu düzene karşı mücadele edenlerin saflarında böylesi önemli bir momentte korkaklık-cesurluk gibi bir ikiliğe yer ve gerek yoktur. Açıkçası bu terazinin kefelerinin ne ile ve nasıl doldurulduğu da şüphelidir. Sokakla yeni tanışan gençlerin öfkesi, hatta Kadıköy kararının arkasında duranlara karşı tepkisi ile bu tartışmaları uzun yıllardır takip eden sol politik öznelerin birbirine yönelik ithamları birbirine karıştırılmamalıdır.
Yazının başlığına taşıdığım metafora başvurarak şimdilik burada noktalamakta fayda görüyorum.
Atletizm yarışlarında birbirinden farklı iki tür kulvar vardır: Maraton, uzunca bir mesafeyi bir sürede aşmaya odaklanan ve dayanıklılık temelli bir yarıştır. Sprint ise kısa mesafede hızı temel alarak en kısa sürede en hızlı koşanın ipi göğüslediği bir sisteme sahiptir.
19 Mart, halkın artık uzaklarda bir yerde bitiş ipini gördüğü çeyrek asırlık maratonun önemli bir sprinti oldu ve yakın rakibiyle arasındaki mesafeyi ciddi ölçüde açmasını sağladı. Şimdi sprinti sürdürmek pahasına koşucunun nefesini kesmek de durup dinlenerek mesafenin kapanmasına izin vermek de hata olur. Yapılması gereken nefes kontrolünü elden bırakmadan, bir sonraki sprinte kadar nizami adımlarla aradaki mesafenin kapanmasını engellemektir.
Zaten kafasına koymuş olan bu halk, bitiş ipini mutlaka göğüsleyecektir.
[*] Büyük çadır, dünyada da örneklerini görebileceğimiz üzere birbirinden farklı görüş ve ideolojilerin içerilebildiği siyasi parti modellerini tarif etmektedir. Bkz. Hindistan Ulusal Kongresi