Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları belli olur olmaz aşırı sağın yükselişini konu alan yorum ve çözümlemeler birbiri ardına geldi. Kim ne niyetle ya da hangi kavram setiyle konuşursa konuşsun, bu yorum alanına gölgesini düşüren ise faşizmin geri dönüşü ihtimali oldu. Oysa, yükselen aşırı sağ ve sağ popülizm tartışmaları bir süredir faşizmin geri dönüşü temasına sıkı sıkıya yapışmıştı diyebiliriz. Haliyle konunun hem Avrupa’dan ibaret kalmadığını hem de AP seçimleriyle ilgili olmadığını söylemek gerek. Faşizm tartışmaları, bir süredir sosyalist düşünce çevresinin sıcak başlıklarından.
Bu sıcaklığı yansıtan bir değerlendirme, AP seçimleri küresel entelijansiyayı tetiklemeden hemen önce Emre Yeksan[1] tarafından kaleme alındı ve başta sosyal medya mecralarında olmak üzere dikkate değer bir ilgi de gördü. Yeksan’ın yazısının hem tarihsel hem kuramsal açıdan oldukça geçişken bir içeriğe sahip faşizm kavramı etrafındaki tartışmaları sadeleştirmeye çalışması bile başlı başına bir cesaret ve övgüyü hak eden bir çaba. Bununla birlikte, Yeksan, faşizm tartışmalarından hareket ettikten sonra hayli sert bir virajı göz açıp kapayıncaya kadar alarak siyasal olanın, siyaset eyleminin içeriğine ve biçimine dair tezini ileri sürüyor aslında.
Ben de bu yazıda merceği, faşizm tartışmaları hakkındaki satırlara değil de Yeksan’ın virajdan sonra girdiği o yola tutmaya gayret edeceğim. Çünkü, Yeksan’ın faşizm tartışmalarını vesile ederek açtığı ya da saptığı yolun bizi kapitalizmle burun buruna getireceği iddiası, kanımca, her yolun Roma’ya çıktığı inancı kadar (ama en fazla o kadar) çekici ve elbette yanıltıcı.
Bir vesile olarak faşizm
Yeksan’ın faşizm tartışmaları hakkındaki değerlendirmelerine genel hatları itibariyle katıldığımı, hele hele sosyalist harekette her türlü baskıyı, şiddeti, otoriterliği ille de faşizm kavramıyla tanımlama ısrarını bırakmamız gerektiğini düşündüğümü belirterek başlayacağım. Gerçekten de faşizm, solun zihnine musallat olmuş gibidir ve ortalama bir kapitalist devlet yönetimi bile zaman zaman faşizm kavramıyla taçlandırılır hale gelmiştir.
Solun faşizm kavramını bu denli cömert kullanması, muhtemelen, acil siyasal görevlerin ve propagandif gerekliliklerin yarattığı basıncın kuramsal çabayı tutsak etmesiyle ilgilidir. Ama aynı zamanda, faşizmin salt bir baskı-şiddet uygulaması olarak anlaşılmasının, faşizme özgü devlet-sınıf ilişkilerinin ve ekonomi politiğin gözden kaçırılmasının da bu cömertlikte payı vardır. Ancak, devlet-sınıf ilişkilerinin ve ekonomi politiğin gözden kaçırılması, tersi bir yönden de olsa, Yeksan’ın yazısında da karşımıza çıkıyor.
Yeksan, yazısının ilk yarısında her türlü baskı-şiddet uygulamasının faşizm olarak tanımlanmasına (haklı olarak) itiraz ediyor ve (yine haklı olarak) faşizmi diğer baskı-şiddet uygulamalarından ayırt eden özgün bir karakterinin bulunduğunu ima ediyor. İma ediyor diyorum, çünkü yazı okura tam da bu yönde bir izlenim vererek ilerlerken, Yeksan direksiyonu sert bir şekilde kırarak bize aslında faşizmin her yerde bulunduğunu, kapitalizm koşulları altında faşizmin olağan bir norm olduğunu, haliyle “faşizm olmayan bir kapitalizm”den söz etmenin (en azından siyasal mücadeledeki taktikler açısından) beyhude bir çaba anlamına geldiğini söylüyor.
Her süreci faşizm olarak tanımlayan bir eğilimin karşısına, faşizmi her süreçte mevcut olarak tanımlayan bir eğilimi koyuyor Yeksan. Ve yine tersten bir biçimde, her olguyu faşizm olarak tanımlayan eğilimin faşizme özgün karakterini veren nitelikleri silikleştirmesi gibi, Yeksan da her olguda faşizmi bularak onun karakteristik niteliklerini önemsizleştirmiş oluyor. Bu iki eğilim, başlıktaki metaforumuza dönersek, aslında her yolun Roma’ya çıktığı bir döngü oluşturuyor.
Nitekim, Yeksan birçok yerde kapitalizmin faşizm olmayan formlarının faşizmden “daha evla” olduğu fikrine meşruiyet kazandırma riskinden (ancak faşizm deneyimi yaşamamış bir toplumda hissedilebilecek bir risk olduğunu sanıyorum) söz ediyor ve “kapitalizm denen gerçek canavar”la (yine faşizm deneyimi yaşamamış bir toplumda başvurulabilecek bir benzetme olduğunu sanıyorum) mücadele etmek yerine faşizm “korkusu ve endişesi”ne kapılmanın daha uzun erimli ve daha meşakkatli mücadelelerden (ve yine faşizm deneyimi yaşamamış bir toplumda akla gelebilecek bir zorluk kıyası olduğunu sanıyorum) kaçma yöntemi olduğunu ileri sürüyor.
Ancak, başta da dediğim gibi, bu yazıdaki amacım faşizm tartışmaları hakkında bir yorum ileri sürmek değil. Yeksan’ın genel hatlarına zaten katıldığım faşizm yorumuyla da tartışmayacağım; çünkü bence Yeksan’ın da amacı faşizm tartışmalarına bir yorum getirmek değil. Yeksan, esasında, faşizm tartışmalarını vesile ederek bizlere esas düşmanla, yani kapitalizmle mücadele etme çağrısında bulunuyor. İşte tam da bu çağrı, bu çağrıda içerili dolaysız eylem kipi tartışılmayı hak ediyor. Çünkü, faşizmle mücadelenin kapitalizmle mücadelenin de biçimlerinden biri olmadığı varsayımını bir kenara bıraksak bile, Yeksan’ın davet ettiği türde bir “kapitalizmle mücadele” taktiğindeki esas sorun, siyasal olanın biçimlerine karşı gösterilen göz kamaştırıcı kayıtsızlık.
Yazısını şu sözlerle bitiriyor Yeksan: “Bugün hayaletlerle değil gerçeklerle dövüşmeye ihtiyacımız var.”[2] Bu cümleden anladığımız kadarıyla, karşımızda bazı hayaletler ve bazı gerçekler var. Ve şimdi gireceğimiz tartışma, bu hayaletler ve gerçekler, biçimler ve içerikler, görüngüler ve özler hakkında olacak.
Rasyonalist fetiş
Batı rasyonalizminin en büyük fetişlerinden biri, herhalde, görüngünün sakladığı öz ya da biçimin gizlediği içerik hakkındadır. Bunlara, bu yazıda, hayaletler ve gerçekler de diyebiliriz. Bu fetişist saplantı, sadece özleri ya da içeriği açığa çıkarmaya çalışmakla ilgili değildir; aynı zamanda görüngüleri ya da biçimleri birer pürüz, esas olana ulaşmanın önünde duran birer perde, gerçekleri yakalamamıza mani olan çapaklar olarak görmektir.
Marx’ın da içinde olduğu yeni düşünce çığırının bu yaklaşımı da rafa kaldırdığını söylemek gerek. Marx’ın yöntemi, görüngünün ya da biçimin neyi gizlediği sorusundan ibaret değil çünkü. Eğer bu kadarla kalmış olsaydı, rasyonalist saplantıdan kurtulmuş bir materyalizmden ya da Feuerbach’ı aşmış bir diyalektikten söz etmemiz de imkansız olurdu. Marx’ta, öz ile görüngü arasındaki farkı ve çelişkiyi saptamak ilk adımdır ve fakat bu ilk adımı takip etmesi gereken şey, öz ile görüngü arasındaki ilişkinin özgül belirlenimini açığa çıkarmaktır.
Sadece Marx değil, örneğin Freud da görüngünün ardında saklanan öze ya da biçimin karanlığında gizlenen içeriğe yönelik saplantıyı aşmaya uğraşmıştır. Freud, rüyaların (biçim) hangi bilinçdışı dürtülerin (içerik) ifadesi olduğunu değil, o bilinçdışı içeriğin neden rüya biçimini aldığını araştırır esasında; tıpkı Marx’ın, metanın arkasındaki içeriği saptamakla yetinmeyip, o içeriğin neden meta biçimini aldığını açıklamaya çalışması gibi. Yani, özün hangi görüngüye denk düştüğünü saptamak değil, neden o görüngüye büründüğünü açıklamak.
Buradaki tartışma çerçevesi içinden konuşursak, faşizmin kapitalizmin bir biçimi olduğunu söylemek, eğer kapitalizmin neden o biçime bürünmeye ihtiyaç duyduğunu incelemiyorsak ve o biçim (veya başka bir biçim) altındaki mücadelenin taktiklerini tarihsel olarak özgülleştirmiyorsak, yeterli ve doğru bir çözümleme sağlamaz demiş oluyoruz aslında.
O halde şu sonuca varmamızda bir sakınca bulunmuyordur sanırım: Görüngü ya da biçim hayli önemlidir. Görüngü ya da biçim, özün ya da içeriğin sahtesi, temsili değil, onun kendisini açığa vurma tarzıdır. Görüngüler, bir özün dışa vurumu olmanın ötesinde, aynı zamanda özün kavranmasının mutlak koşuludur da. Biçim sonuçta bir içeriğin biçimidir ve biçimin ardındaki içeriğe ulaşmayı sağlayacak köprü ancak bu biçimlerden geçirilebilir. Marx’a göre içeriği biçimden ayıran ve biçimi sadece dışsal bir unsur olarak kabul eden ise, bizzat Hegel’dir.[3] Buna karşılık Marx’a göre öz, kendini görüngüde açığa vurur; deyim yerindeyse, görüngüde kendi karşıtına dönüşür ve kendi karşıtında var olur. Görüngünün etkinliği ise, kendisi dışında bir şeye işaret etmek ve bu yolla özü dışa vurmaktır.[4]
Eğer bu söylenenler doğruysa, o zaman öz ile görüngünün ya da içerik ile biçimin gerçeklik bakımından ayrıştırılamayacağını da söylemiş oluruz. Marksist yöntem, özü ya da içeriği gerçek, görüngüyü ya da biçimi ise gerçek dışı kabul etmez. Görüngü ya da biçim de öz ya da içerik kadar gerçektir. Aksi takdirde, işçi sınıfının yaşadığı sefaletin gerçek dışı olduğunu ileri sürmemiz gerekirdi, çünkü bu sefalet esasında emeğin ürettiği zenginliğin işçide aldığı biçimdir, birikmiş emek olarak sermayenin görüngü halidir. Kosik’in belirttiği gibi, “gerçeklik, görüngünün ve özün birliğidir” ve bunlar birbirinden koparıldığında sadece görüngüler değil, özler de hayli yanıltıcı sonuçlar doğurabilir.[5] Her ikisi de kapitalizmin birer biçimi olduğu için, örneğin parlamenter bir rejim ile faşizm arasındaki farkların mücadele taktikleri açısından önem arz etmediğini ileri sürmek gibi yanıltıcı sonuçlar.
Kısacası, Marksizm açısından, etrafındaki görüngüler ya da biçimler sıyrıldıkça, görüş alanımızı bulanıklaştıran sis dağıtıldıkça, çapaklar temizlenip pürüzsüz bir zemin yaratıldıkça özün ya da içeriğin kendisine erişeceğimiz fikrinin pek bir dayanağı bulunmuyor. Şöyle de diyebiliriz: Hayaletlerden kurtulduğumuzda gerçeklere erişeceğimiz fikrinin kendisi bir hayal olabilir.
Kayıtsız radikalizm
Marksist yönteme dair bu sıkıcı temrinin amacı gevezelik ya da ukalalık etmek değil. Zira bu yöntemsel tartışma, neredeyse birebir bir örtüşmeyle, sosyalist hareketin stratejik ve taktiksel seçimlerinde izlenebilecek bir uzam oluşturuyor. Ve Ralph Miliband’ın deyimiyle bir tür “yapısal üstdeterminizm”[6] denebilecek siyasalın biçimlerine dair bu kayıtsızlık, sadece stratejik ya da taktiksel kaygılar nedeniyle değil, tam da yukarıda özetlemeye çalıştığım Marksist yöntem nedeniyle uygunsuzluk taşıyor.
Bu uygunsuzluk fark edilmediğinde ya da önemsenmediğinde ise, burjuva demokratik normlar ile faşizm arasında pek de bir fark olmadığı, “kapitalizm”in “faşizm”den “daha evla” sayılamayacağı, faşizm gibi biçimsel olgular ya da görüngülerle vakit kaybetmek yerine mücadeleyi özsel ya da gerçek düşmana yöneltmek gerektiği gibi lüzumundan fazla sivriltildiği çok belli olan, ama yarattığı radikalizm zırhını kuşanmaktan duyulan hazdan da bir türlü vazgeçilemeyen siyasal tutumlar önerilebiliyor. Genel oy ve seçim sistemine, kazanılmış sosyal haklara, yurttaşlık hukukuna ve demokratik normlara, yani neredeyse tamamı dünya proletaryasının kapitalizmle mücadele ede ede söküp aldığı kazanımlara yönelik müşkülpesentlik de bu yaklaşımın bir başka sonucu oluyor.
Peki, bu yolun bizi götüreceği yerin kapitalizmle mücadele sahası olduğu, bu tür çapaklarla vakit kaybetmeyip “uzun erimli ve daha meşakkatli” olan tarzı sergilediğimizde kapitalizmle burun buruna geleceğimiz fikri, mesela Weitling’den bu yana Marksizmin kıyısında tutunan bu kayıtsızlık ilkesi gerçekten de bizi kapitalizmle yalın kılıç bir meydan savaşına çıkarır mı?
Sanırım vereceğim yanıt tahmin edilmiştir: Siyasal biçimlerinden arındırılmış bir kapitalizm kuramsal bir inşa, kavramsal bir nesnedir; haliyle kuramın alanından tarihin alanına, kavramların dünyasından sınıfların dünyasına geldiğimizde, kapitalizme siyasal biçimlerin içinden geçmeyen bir yoldan erişmek, onunla biçimsiz/görüngüsüz bir soyutlama zemininde, sürtünmesiz bir atmosferde mücadele etmek mümkün değildir.
Devlete, devletin biçimi ve işleyişine, devlette merkezileşen hukuksal ve bürokratik düzene, kısacası bir rejim oluşturan çerçeveye bakıldığında siyasal biçimlerden arınmış bir kapitalizmden söz etmenin imkansızlığı daha da belli olur. Kapitalizmde artık değer sömürüsü asıl olarak üretim sürecinde gerçekleşse de kapitalist egemenlik sadece üretim sürecinden ibaret değildir. Başta artık değere el koyma olmak üzere, kapitalist üretim tarzının temel belirlenimlerinin toplumsal ölçekte yaratılması ve korunması için bir dizi alandaki etkinliklere gereksinim duyulur. En geniş tanımıyla, bu tür etkinlikler emek gücünün yeniden üretimi alanına aittir ve esas olarak kapitalist üretim tarzının genel belirlenimlerini korumak amaçlı baskılama ve meşrulaştırma işlevleri olarak anlaşılabilir.
Yani sermaye birikiminin gerçekleşmesi belirli toplumsal, siyasal, hukuksal ve ideolojik koşulların hazır edilmesini gerektirir ve devlet de asıl olarak bu koşulların sağlanması sürecinde rol üstlenir. Ollman’ın belirttiği gibi[7], siyasetin alanı burasıdır ve bu nedenle siyasal faaliyetin hedefinde devlet aygıtı, devlet aygıtının ele geçirilmesi ve dağıtılması vardır. Başka bir ifadeyle, Marksizm, siyasal mücadeleyi ve gündemleri “gerçek” mücadeleyi geciktiren çapaklar olarak görmenin tersine, sınıf mücadelesini olabildiğince siyasallaştırmakla ilgilenir. Dolayısıyla kapitalizmle mücadele, ancak kapitalizmin somut biçimlenişlerini dikkate alan bir siyasal bakışla mümkün olur. İşte, kapitalizmin somut biçimlenişleri dendiğinde gündemimize gelecek olan şey, sermaye egemenliğinin siyasal gövdesi olarak devlet aygıtıdır.
Bu nedenle, kapitalizmle mücadele siyasal biçimleri çalımlamaya kalktığında, Poulantzas’ın belirttiği gibi tam da ekonomizmin kulvarına çıkar. Yani siyasete, siyaset alanının dışındaki bir alana yönelmesi talimatı verilmiş olur. Bu yaklaşım, içeriğe ve özsel olana yaptığı vurgular sayesinde jargon bakımından son derece radikal de görünebilir; ancak bu, olsa olsa bir tür sinizmin radikalleşmesidir. Oysa, bir pratik olarak siyasetin özgüllüğü, tam da devlet iktidarını, yani siyasal biçimi hedef almasından gelir.[8]
Bu siyasal biçimler, sadece, kapitalist egemenliğin yeniden üretimine hizmet ettiği için önemli değildir üstelik. Zira, (en azından 1902 yılından beri bunu söylüyoruz) sınıf mücadelesi de kendisini siyasal biçimler aracılığıyla dışa vurmak zorundadır. Bir ülkenin siyasal ve idari rejiminin nitelikleri, o ülkedeki sınıf mücadelesinin de başvuracağı, sınıfın eylemlilik ve direniş kapasitesini geliştirmek adına kullanacağı, hatta işçi sınıfının mücadelesinin eseri olan birçok özel kazanımın toplumsallaşarak norm haline geleceği koşullarla ilgilidir. Bu koşullar, devletin uyguladığı baskı ve şiddetin dozuna bakılarak tartılamaz elbette, ne de sınıf mücadelesinin uzamının bu koşullara daralacağı düşünülebilir. Ancak bu, siyasal biçimlerin önemsiz olduğu, dahası bizi gerçek mücadeleden alıkoyan bir tür oyalanma anlamına geldiği fikrindeki feci sonuçlar doğurmaya gebe kayıtsızlığı da haklılaştıramaz.
Gerçeği sollamak
Yeksan’ın yazısını hem faşizm tartışmaları hakkında gösterdiği sadeleşme çabası açısından hem de (daha çok, elbette) kapitalizme karşı mücadelenin stratejik ve taktiksel tercihlerine dair ileri sürdüğü görüşler açısından önemsediğimi belirtmeme gerek yoktur sanırım. Aynı şekilde, bu başlıklardaki tartışmaların sosyal medya atışmalarının ötesine geçerek derinleşmesini yürekten umduğumu da. Sonuçta, gelişimin en kesin yolu eleştirel faaliyetin birbirine ulanarak yaratıcı bir senteze ulaşması. Ama her eleştirinin de bir vesileye ihtiyacı oluyor. Ben de bu yazıda Yeksan’ın sunduğu vesileye başka bir vesile sunarak katkı koymuş olmaya gayret ettim.
Bu gayretin gayesi ise, kapitalizmle mücadeleyi “daha acil” siyasal gündemlerin tamamlanmasının ertesine sarkıtmak değil, aksine, kapitalizmi yıkmanın en ivedi yolunun siyasal gündemleri sınıfsallaştırmaktan geçtiğini gösterebilmek. Çünkü kapitalizm, kapitalizmin gerçeği, özü ya da içeriği tarihin kiri ve pasından korunmuş biçimde sedef bir kutunun içinde açığa çıkarılmayı beklemiyor. Faşizm de dahil olmak üzere siyasalın biçimlerine dair duyarlılık, kapitalizmi tam da en gerçek haliyle, yani tarihselliği içinde kavramanın ve kuşkusuz yıkmanın hala biricik yolu.
Bertolt Brecht Üç Kuruşluk Opera’da, mutluluğun peşinden fazla hızlı koşarsak onu sollayabileceğimizi, gerimizde bırakabileceğimizi söyler. Sanırım aynı şey, biçimsiz bir içeriğin, siyasallığından arınmış bir kapitalizmin peşinden koşarken de başımıza gelebilir. Gerçeği, onun en hasını, kılçıksızını ararken bir anda onu sollayabilir, elimizden kaçırabiliriz.
Oysa bunun yerine, gerçekle aynı hizada durabilmeyi başarmamız gerekir.
[1] Emre Yeksan, Faşizmin Hayaletleri, 9 Haziran 2024: https://e-komite.com/2024/fasizmin-hayaleti/ [2] Emre Yeksan, Faşizmin Hayaletleri [3] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara, 2009, s. 92. [4] Karel Kosik, Somutun Diyalektiği, Çeviren: Ezgi Kaya, Yordam Kitap, İstanbul, 2015, s. 13. [5] Karel Kosik, a.g.e, s. 14. [6] Ralph Miliband, Kapitalist Devlet, Çeviren: Osman Akınhay, Belge Yayınları, İstanbul, 1989, s. 44. [7] Bertell Ollman, Diyalektik Soruşturmalar, Çeviren: Cenk Saraçoğlu, Yordam Kitap, İstanbul, 2011, s. 23-24. [8] Nicos Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çeviren: Şule Ünsaldı, Epos Yayınları, Ankara, 2014, s. 44-47.