Anayasa Değişikliği Tartışmalarında Halk Nerede?

Alper Çavuşoğlu11 Haziran 2024

Türkiye’de demokrasinin ve siyasi hakların kullanımının sandığa indirgenmesinin bir sonucu olarak siyaset, sandık çevresinden ibaret bir faaliyet haline getirildiği için siyasi partiler her kriz ve çıkış imkanında sandık kurulması için çaba gösterir. Sık sık seçim yapılmasına dair siyasi tercihin pek çok nedeni olsa da iki nedene daha fazla paye veriyorum.

Birincisi, özellikle iktidardaki siyasi partiler için seçimler, seçim arası dönemde aldıkları bütün aksiyonlara toptan bir rıza üretmek için kullanılır. Oysa Türkiye’deki seçimlerde halkın önemli bir kısmı, çoğu zaman ideolojik sebeplerle, yaşam tarzına yapılacak müdahale endişesinin yarattığı zorunluluk hissiyle veyahut seçim sisteminin zorlamasıyla ehven-i şer olarak gördüğü partilere oy verir. Buna karşın, siyasi partiler tarafından kendilerine verilen oylarla, uygulanmış olan politikaların tartışılmasının önüne geçilir, halk oyunun meşrulaştırıcı gücü, bu politikaları en azından bir kriz anına kadar tartışılmaz hale getirir.

İkinci nedense seçimlerin kendisinin siyasetsizleştirmenin bir aracı haline getirilmesidir. Seçimler dolayısıyla siyasi partilerin içerisindeki tartışmalar ertelenir, uzun erimli politika üretimine dönük yapılacak tartışmaların sesi kısılır, önceden test edilmemiş yenilikçi düşünceler baskılanır. Karşılığındaysa parti örgütlerinin hareketliliği sağlanır. Dolayısıyla seçimin adeta bir “istisna hali” olarak konumlandırıldığı bir ortamda siyasetin kendisi ikinci plana atılır. Gündelik siyaset ve kısa erimli söylemsel arayışlarla çözümler değil, iddialar konuşulur. Bu bağlamda, Cumhuriyet tarihine bakılırsa erken seçimlerin ve referandumların çok sık yaşandığı görülür. Yerel seçimler, genel seçim atmosferi içerisinde sürdürülür. Derinleşen ekonomik kriz içerisinde sürekli olarak sandığa gitmekten, seçim ekonomisinin yarattığı tahribattan bunalan halkın yeni gündemi işte bu “siyasi akıl” tarafından yeniden tayin edildi: Yeni anayasa.

Yeni Anayasa Halkın Gündeminde Mi?

Yerel seçimlerden beri cılız sesle seslendirilen erken seçim tartışmalarına olduğu gibi, anayasa tartışmalarına da edilen ilk itiraz halkın böyle bir gündemi olmadığı yönündeydi. Bu yorum, özellikle anayasanın devletin prosedürel yükümlülüklerini düzenleyen bir hukuki belge olarak sınırlandırılarak ele alınması halinde gerçekten de doğru görülebilir. Ancak anayasayı salt devleti ve siyasi iktidarı ilgilendiren değil, halkın hak taleplerinin yansıtıldığı bir hukuki belge olarak ele almamız halinde bunun halkın gündeminde daimi olarak bulunduğunu kabul etmek gerekir. Özellikle elimizde 1982 Anayasası gibi temel hak ve özgürlükleri kaşıkla verip kepçeyle geri alan bir anayasa olduğu düşünülürse anayasal talepler daha büyük bir anlam kazanır.

Sosyalistlerin hukuk kavrayışının ekonomik indirgemeci olduğu ezberi sık sık tekrarlanır. Oysa bu ezber Marksist klasiklerden değil, özellikle Fransız Marksistlerinin yirminci yüzyılda geliştirdikleri Marksizm yorumlarından kaynaklanır. Marx ve Engels tarafından hukukun kavranışına dair söylenenler, bu ezberin karşısında konumlanarak bugünkü anayasa tartışmalarına da katkı sunabilecek bazı önermeler içerir. Engels’e göre bir sistem olarak hukukun, kendi iç tutarlılığını sağlaması adına mevcut iktisadi koşulları sürekli bozarak yansıtması gerekir. Böylece hukuk ne iktisadi ilişkilerin birebir yansıması ne de egemenin buyruğunun ya da sınıfın egemenliğinin homojen bir aracı olarak konumlanır. Hukuk, kendi iç tutarlılığını sağlamak adına toplumsal mücadelelerin içerisinden doğan talepleri de yansıtmak durumunda kalır. Bu bağlamda Engels hukuki taleplerin hukuk sisteminin çelişkilerini ve ardından toplumsal çelişkileri apaçıklaştırma potansiyelinden bahseder:

Modern bir devlette hukuk yalnızca genel ekonomik duruma tekabül etmekle ve onun ifadesi olmakla kalmamalıdır; ama aynı zamanda, ülke içindeki çekişmelere uyarak kendisiyle çelişmeyen, içsel olarak tutarlı bir ifadesi olmalıdır. Ve bunu başarabilmek için, ekonomik koşulların [hukuka] tıpatıp yansımasından giderek daha çok fedakârlık edilir. Yasanın, bir sınıfın egemenliğini pervasız, yumuşatılmamış, hile karıştırılmamış biçimde ifade etmesi —ki bu hak kavramı’nın ihlalinin kendisidir— ne kadar seyrek olursa bu fedakârlık o kadar sık görülür. (…) Böylece büyük ölçüde hukukun gelişiminin yolu, ilkin, ekonomik ilişkilerin hukuk ilkelerine doğrudan aktarılmasından ortaya çıkacak çelişkileri gidermesi ve uyumlu bir hukuk sistemi kurma çabasıyla ve ondan sonra da yeni yeni çelişkilere yol açan daha ileri aşamadaki ekonomik gelişmelerin etkisi ve zorlamasıyla bu hukuk sisteminde ihlallerin tekrarına başvurulmasıyla sınırlı kalıyor.[1]

Devamla Engels, Hukukçular Sosyalizmi isimli makalesinde sosyalist partilerin hukuki taleplerde bulunmaktan imtina etmemesi gerektiğini söyler:

Bir sınıfın ortak yararlarından çıkan talepler, ancak bu sınıfın siyasal iktidarı fethetmesi ve taleplerine yasalar kılığında genel bir yürürlülük sağlaması sayesinde gerçekleştirilebilirler. Mücadele eden her sınıf programında taleplerini hukuki talepler kılığında formüle etmek zorundadır.[2]

Ancak bu durum hiçbir aşamada anayasal hakların fiili kullanımı iddiasının bir kenara bırakılması ve bütün toplumsal mücadelelerin hukuk mücadelesi formunu alması gerektiği anlamına gelmez. Bu bağlamda Marx hukuki formun aldatıcılığına dikkat çeker. 1848 Anayasası’na dair saptamalarında isabetle vurguladığı gibi, burjuva anayasacılığı birçok talebin haklar şeklinde kazanım olarak hukuki belgelerde var olmasını mümkün kılmıştır ancak aynı anayasalarda kamu güvenliği gibi sebeplerle hakların kısıtlanması ya da ortadan kaldırılmasının imkanları da sıralanmıştır. Böylece;

(…) özgürlüğün adına saygı gösterilip, sadece onun gerçekten kullanılması (kuşkusuz yasal yollarla) engellendiği sürece, onun sıradan varlığına ne kadar öldürücü darbeler vurulmuş olursa olsun, özgürlüğün anayasal varlığı, zarar görmeden, dokunulmamış şekilde kalmıştır.[3]

Buradan hareketle çıkarılabilecek sonuç, hakların var oluşunun teminatının salt anayasal varoluşları değil, onları mümkün kılan mücadelenin devamlılığı olduğudur. Bu durumda yeni anayasanın “halkın gündeminde daimi olarak bulunmasının” toplumsal mücadeleler nezdindeki anlamı, anayasal talepler ve hakların ihdas edilmesini veyahut uygulanmasını temin edecek şekilde anayasal hakların fiili kullanımının yollarının kurgulanması olabilir.

İster bir hak olarak ister insanca yaşamanın gereği olarak görülsün, barınma amacıyla güvenli ve düşük maliyetli konuta erişebilmek mevcut ekonomik koşullarda dile getirilen en acil taleplerden bir tanesidir. Nitekim, konut hakkının Anayasanın 57. maddesinde düzenlenmesine ve devletin bu konuda pozitif yükümlülüklerle yükümlendirilmiş olmasına karşın konut hakkı, özellikle büyükşehirlerde yaşayan emekçiler için kerte kerte, fiilen ortadan kaldırılmaktadır. Yine grev hakkı, Anayasanın 54. maddesinde düzenlenmekte, mevcut enflasyonist ortamda işçi ücretlerinin ve yan haklarının baskılandığı işyerlerinde grevlere gidilmektedir. Ancak bu anayasal hak, aynı anayasa maddesine dayanarak kanunlarla veya Cumhurbaşkanı kararnameleri eliyle sınırlandırılmakta, bazen bu yollara hiç başvurulmaksızın kolluk kuvvetlerinin müdahalesiyle bastırılmaktadır. Örneklerin sayısı artırılabilirse de özet olarak söylenebilir ki anayasa konusunda geliştirilmesi gereken strateji, uygulanamaz hale getirilmiş olmakla birlikte anayasal varlıklarına dokunulmadan bırakılan hakların nasıl fiili kullanım konusu haline getirilebileceğidir.

Anayasaya dair tartışmaların halkın taleplerini hukuki belgelere yansıtmak değil siyasi elitlerin iktidar mücadelelerinin esaslarını belirlemek amacıyla yapıldığı vakidir. Bu anlamda, anayasa tartışmalarıyla amaçlananın, halkın hak taleplerinin yansıtıldığı bir hukuki belgeyi ortaya koymak olmadığını tahmin eden ve daha önemlisi toplumsal ve ekonomik sorunların salt hukuki belgelerin revize edilmesiyle çözülemeyeceğini bilen herkes için mevcut koşullarda yeni anayasa gündemi elbette tali kalacaktır. Ancak tali kalmasının nedeni; halkın gündeminde anayasal talepler olmaması değil, anayasa tartışmasını açanların gündeminde halkın olmaması olabilir ancak.

Öncelikle Anayasa mı Uygulanmalı?

Anayasa tartışmalarına yöneltilen ikinci bir itiraz daha bulunuyor. Merkez sağdan sosyalist sola muhalif liderler, yaptıkları açıklamalarda yeni bir anayasadan bahsedilebilmesi için önce mevcut anayasaya uyulması gerektiğini ifade ettiler. Bu eksik olsa da haklı bir taleptir. Eksiktir, çünkü bu şekilde ifade edilen talebin, düzenin kendi iç tutarlılığını yeniden tesis etmesine dönük bir çağrı olmakla sınırlı kalması mümkündür. Bu bağlamda ana muhalefetle onun solunda yer alan muhalefet unsurlarının arasındaki önemli nüans, ana muhalefetin bu çağrıyı, düzenin iç tutarlılığının sağlanması halinde başta ekonomi olmak üzere “kötü giden” her şeyin rayına oturabileceğine dair bir inançla, düzen namına yapmasıdır. Sorulacak soru bellidir: Bu itiraz bir karşılık bulsa, başta Selahattin Demirtaş ve Can Atalay olmak üzere siyasiler salıverilse, hatta geçmişte uygulanmamış AYM kararları uygulamaya konulsa, laikliğe açıkça karşı uygulamalar durdurulsa, emek rejiminin baskısı yumuşatılsa anayasada öngörülmüş mevcut hükümlerle anayasa yapımı sürecine girişmek meşru mu olacaktır?

O halde anayasaya uyulması talebinin anlamı nedir? Liberal anayasacılık açısından, devletin yetkilerini sınırlandırdığı iddia edilen bir belgeye uyulması telkin edilerek hem hukuk güvenliği sağlanarak toplumsal düzenin ve güvenin devamının sağlanması hem de “hukuk devleti” aracılığıyla düzenin iç tutarlılığını devam ettirmesi amaçlanır. Liberal anayasacılık teorisinde, anayasalara uyulmasının teminatı olarak denge-fren mekanizmalarının varlığı şarttır. Ancak pratikte, devletleşen bir partinin yönetiminde, kuvvetler ayrılığının aşındırıldığı bir düzlemde bu mekanizmaların harekete geçebilmesi mümkün değildir. Bu nedenle anayasaya uyulması talebi salt bir grup bürokratın hukuk devletine olan inancına yönelecek, bu da aslında anayasaya uyulması talebini bir “boş gösteren” haline getirecektir. Kaldı ki, devleti sınırlayan hukuki belgelerin varlığına olan ihtiyaç aslında devleti yönetenlerle bu belgelerin savunduğu değerler arasında öngörülen kaçınılmaz çelişkinin itirafı niteliğindedir. Bu çelişki nedeniyle, denge ve fren mekanizmalarının çeşitli sebeplerle ortadan kalkmış olduğu hallerde, devleti yönetenlerin ayaklarına bağ olması durumunda, konjonktürün ve güçlerinin el verdiği ölçüde anayasal kurallara uymamaya çalışacakları aşikârdır. Bu durumda denge-fren mekanizmalarına, kurumlara yapılacak bir çağrı tamamen anlamsız olmayacaksa da elle tutulur bir değişim vadetmeyecektir.

Bazı eleştirel yaklaşımlarda, anayasaların en başından devleti sınırlamak amacıyla değil, devlet üzerindeki sınıf egemenliğini gizlemek üzere tasarlandıkları ifade edilir. Evet, anayasal hakların kazanılmasına dönük mücadele halkın mücadelesidir, ancak bunlar bir kere soyut bir şekilde hukuki belgelerde sabitlendiklerinde siyasi niteliklerini hızlıca kaybederek hukuki nitelik kazanırlar. Bu andan itibaren hak talepleri, devletin üstünlüğünü ve tarafsızlığını tanıyacak şekilde (devletin sınıfsal karakterini göz ardı ederek) devlete yöneltilmek durumunda kalır. Böylece kurulu ilişkiler, onlara pek de zarar vermeyecek şekilde devam eder.[4] Douzinas daha da ileri giderek, Ranciere’e atıfla politik iddiaya ve taleplere sahip, kurulu düzeni değiştirme amacıyla hareket eden politik özne ile hak talebinde bulunan kişileri karşıt uçlarda konumlandırır.[5] Bu karşıtlık, hukuki taleplerin tümden reddiyle değil ancak taleplerin hukukiliklerinin, meşruluklarının önüne geçmesinin ve mevcut düzeni yeniden üretecek savrulmaların engellenmesiyle uzlaştırılabilir.

Taleplerin hukukileşmesinin bir diğer sonucu, idarenin ve mahkemelerin yaptıkları hukuki yorum faaliyeti aracılığıyla elde edilen hakların hızlıca ortadan kaldırılabilmesidir. Sürekli karşılaşılan bir olgu olarak barışçıl protesto hakkının kamu güvenliği gerekçe gösterilerek sınırlanması, hatta ortadan kaldırılması bu duruma örnek gösterilebilir. Eleştirel yaklaşımlar açısından değerlendirildiğinde, egemen sınıfın çıkarlarının gerektirdiği ya da izin verdiği hallerde anayasanın ve anayasal hakların bu şekilde çiğnenmesi şaşırtıcı değildir. Nitekim, küresel kapitalizmin işçiler üzerindeki ücret baskısının, iş ilişkilerini esnekleştirme ve güvencesizleştirme politikalarının baskın bir şekilde uygulandığı Türkiye’de, mevcut ekonomik kriz koşullarının da eklenmesiyle, egemen sınıfın çıkarlarının dönem dönem kanunların çizdiği çerçevenin dışına çıkan otoriter bir yönetim modeline ihtiyaç duyduğu iddia edilebilir. Böyle bir yönetim modeli bir kez tercih edildiğinde, sınıflar iktisadi karakterleri dolayısıyla ayrımlanmış olsa da otoriterliğin uzuvları iktisadi sınırları aşarak üstyapısal ögelere de sirayet edecektir. Dolayısıyla temelde baskıcı bir emek rejimi inşa etmek amacıyla ihdas edilen normlar ve gerçekleştirilen uygulamalar; kültürel etkinliklerin yasaklanması, hayat tarzına müdahale gibi şekillerde üstyapı unsurlarında da kendisini gösterecektir.

Nitekim bu durum salt Türkiye için geçerli değil, küresel bir fenomen olarak karşımıza çıkıyor. Anayasal hakların sınırlandırılmasının kolaylaşması, “anayasal hukuk devleti” olarak addedilen İngiltere, Almanya, ABD gibi ülkeler dahil olmak üzere gözlemleniyor. Anayasa doktrininde çok sevilen anayasal devlet – anayasalı devlet ayrımı giderek flulaşıyor. Küresel ekonomik krizle birlikte genişleyen savaşların ortaya çıkardığı göç akınlarını hâlihazırda mevcut insan hakları düzenlemelerinin dışında pazarlıklarla idare etmeye çalışan Batı ülkeleri, güncel olarak İsrail’e dönük protestoları sert bir şekilde bastırarak ifade özgürlüğü ve barışçıl protesto hakkını da kısıtlayabileceğini gösteriyor. Küresel emperyalizm krizler ürettikçe, küresel iktisadi kriz büyümeye ve çelişkiler ortaya çıkarmaya devam ettikçe tablonun daha kötü bir hale bürüneceğini düşünmek için çok fazla gösterge bulunuyor.

Görüldüğü üzere hem liberal hem de Marksist-eleştirel anlatıda anayasaya uyulması talebi, bunu teminat altına alacak mekanizmaların yokluğunda bir temenniden ibaret kalır. Marksist-eleştirel anlatının farkı, bu talebin en başta bir temenni olacağının bilincinde olmasıdır. Anayasaların uygulanması bir grup bürokratın hukuk devletine olan inancına bel bağlanmasıyla değil ancak halkın örgütlü bir şekilde bir baskı unsuru olarak anayasal haklarını savunmasıyla mümkündür. Anayasal hakların uygulanması talebinin “Anayasaya uymayan bir iktidarın anayasa değişikliği talebini neden kabul edelim ki?” demek suretiyle sınırlı bir şekilde formüle edilmesi, son derece politik bir konunun, hukuki bir düzlemde ele alınmasıdır. Oysa bu konu, tıpkı genel oy hakkının hukuken var olmadığı on dokuzuncu yüzyıl koşullarında genel oy hakkı mücadelesinin, işçi sınıfının diğer talepleriyle birleşerek önde gelen meşru siyasi taleplerden biri olması gibi siyasi zeminde ele alınabilir. Günümüzün siyasetsizleştirilmiş kamusallığında anayasa tartışmalarına müdahale, siyasi öznelik iddiasından arındırılmış yurttaşların içinde bulunduğu durumu ve hukuk üretiminde düzen partilerinin onlara biçtiği pasif rolü ifşa etmekte kullanılabilir. Bu bağlamda anayasa tartışmalarındaki esas itiraz, halkın gündeminin anayasa değişikliği olmaması ya da iktidarın anayasayı uygulayıp uygulamamasına değil, halkın anayasa üretim süreçlerinden dışlanmasına dönük olmalıdır.

Anayasa Tartışmalarında Halkın Varlığının Anlamı

Mevcut haliyle anayasa yapımı siyasi parti elitlerinin, bürokratların ve bir grup vekilin eline bırakılmış profesyonelleştirilmiş bir yasama işlemidir. Oysa genel oy hakkı gibi mücadeleleri merkezine alan Marksist tarihsel perspektif, anayasa yapımının bu şekilde profesyonelleştirilmesini değil; halk tarafından ele alınmasını gerektirir. Bu bağlamda, halkın dışarda bırakıldığı, siyasi pazarlıklarla temsilciler ve bürokratlar üzerinden girişilen her türlü anayasa yapım süreci zaman kaybından ibarettir. AKP-MHP rejimiyle ana muhalefetin, parti elitleri arasında pazarlık yapılarak oluşturulacak bir anayasa taslağına, halkın dahil edildiği bir süreçten çok daha sıcak bakacakları açıktır. Zira kriz zamanlarında halkın çıkarları, çoğu zaman düzenin sınırlarında ya da dışarısında konumlanır. Düzenin devamını temin eden politik elitlerin kontrol alanının dışında oluşturulacak talepler, kendi meşruluğunu inşa ederek düzenin kendisi için bir tehdit haline gelebilir. Böyle bir ihtimalin iktidar blokunun yanı sıra ana muhalefet tarafından da kabul edilemezliği, İstanbul 1 Mayıs’ında bir kez daha ortaya çıkmıştır.

Anayasa tartışmaları, eğer gerçekten de yapılacaksa halkın özneliği üzerinden yapılmalıdır. Bu bağlamda bütün yerellerde anayasal taleplere ilişkin toplantılar organize etmek ve iktidarla ana muhalefetin, halktan gelen taleplere kulak tıkadığı ölçüde geniş katılımlı eylemler düzenleyerek halkın taleplerinin halk tarafından anayasaya yansıtılmasını sağlamaya çalışmak ilk akla gelen metotlardan olabilir. Yapılacak toplantılarla; çalışma süresinin kısaltılması, sendikal hakların genişletilmesi, temiz bir çevrede yaşama ya da temiz suya erişim, barınma veya ücretsiz ve kaliteli sağlık hizmetleri gibi temel taleplerin ortaya konabileceği muhakkaktır. Öte yandan, halkın yerellerde oluşturacağı anayasa komisyonlarının ürünü olan taleplerin iktidar tarafından ötekileştirilmesi de çok daha zor olacaktır. Böylece halk, kendi emeğinin ürünü olan anayasaya yabancılaşmayacak, anayasanın ihlali halinde, ona sahip çıkma iradesi daha güçlü bir şekilde hissedilecektir. Günümüzde halkın temel haklarını kağıt üstünde tanıyan anayasanın sürekli olarak ihlaline bu kadar sessiz kalmasının temel sebeplerinden biri, en başında anayasanın halka yabancılaştırılmasıdır. Bu yabancılaştırmanın aşılmasıyla yıllardır tartışılagelen direnme hakkının pratikteki imkanından bahsedilebilecektir.

Bu sava karşı geliştirilebilecek esaslı itiraz 2010 referandumu ve sonrasında AKP’nin sivil toplum kuruluşları, sarı sendikalar ve akil insanlar gibi sembolik kurullar üzerinden meşruiyet devşirerek halkın katılımını sembolik temsiller üzerinden sahneleyebileceğidir. Burada çizilecek kırmızı çizgi çok açıktır: Halkın, anayasal haklarını fiilen kullanamayan kesimlerinin dahil edilmediği ve dahi özellikle dışarıda bırakılmaya çalışıldığı her türlü göz boyama hamlesi bu stratejinin dışında kalacaktır. Anayasayı hak taleplerinin kazanımlar olarak cisimleştiği bir hukuki belge olarak ele alıyorsak, aranan özne bu haklara sahip olmayan ya da onlara sahip olmasına rağmen kullanamayanlardır. Grev hakkı anayasal bir hak olmasına rağmen Cumhurbaşkanı kararnamesiyle yasaklanan emekçilerdir. Öğrenciliklerinde sosyal-kültürel imkanlardan, en basit barınma ve uygun fiyatlı sağlıklı yemek imkanından mahrum bırakılmış, öğrenciliklerinin ardından 2024 Türkiye’sinde genel ücret haline gelen asgari ücretle geçinmek zorunda bırakılarak mülksüzlük sarmalına hapsedilen gençlerdir. Bir gecede İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasıyla yalnız ve güvensiz hissettirilen kadınlardır. Hâlâ seçme seçilme hakları kayyım politikalarıyla kısıtlanan Kürtlerdir. Özetle, anayasal haklarını fiilen kullanamayan milyonlardır.

Sonuçta, burjuva demokratik düzeni içerisinde sosyalist bir anayasa yapılmayacağı muhakkak olsa da halkın dahil olduğu bir seçeneğin dillendirilmesiyle, mevcut iktidarı ve muhalefetin önemli bir kısmını kapsayan kapitalist blokla mesafelenme, bu siyasi söylem değişikliğiyle sağlanabilecektir. Sosyalist partilerin bizzat muhalefet saflarında bulunanlar tarafından düşmanlaştırılmasına ve Şimşek’in emek karşıtı politikalarının üzerinde kurulan konsensüse karşı gidilebilecek tek yol, krizin yükü sırtına yüklenen halkı sürece dahil etmek olacaktır. Dolayısıyla anayasa tartışmalarında odaklanılması gereken nokta halkın gündeminin anayasa olmaması değildir, çünkü halkın gündeminin bir ayağı daima anayasal taleplerdir; anayasaya uyulmaması değildir, çünkü kapitalist sistemin önüne sendikalar, siyasi partiler veya toplumsal mücadeleler gibi engeller çıkmadığı sürece şirketlerin kârlarını maksimize etmeye dönük kararlılığına benzer şekilde, devlet de kendi varlığına bir tehdit oluşturmadığı sürece siyasi iktidarın piyasaların güvenliğini sağlamak üzere kendi gücünün sınırlarını zorlamasına hatta bu sınırları ortadan kaldırmasına cevaz veren bir mantıkla hareket eder. Bu nedenle halkın siyasi bir özne olmaktan mahrum kılınmasına odaklanılmalı, anayasa sürecine itiraz buradan hareketle geliştirilmelidir.

[1] Friedrich Engels. “Conrad Schmitt’e Mektup”, Çev: Yurdakul Fincancı, Seçme Yazışmalar II (1870-1895), Ankara, Sol Yayınları, 1996, s. 242-243.
[2] Friedrich Engels. “Hukukçular Sosyalizmi”. Aktaran; Onur Karahanoğulları. Marksizm ve Hukuk. https://www.hukukpolitik.com.tr/2016/03/04/marksizm-ve-hukuk/ adresinden 31.05.2024 tarihinde erişildi.
[3] Karl Marx, Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i. Çev: Erkin Özalp, İstanbul, Yordam Kitap, 2016, s. 38-39.
[4] Costas Douzinas. Komünizm ve Haklar Üzerine (VI). Çev: Yusuf Enes Karataş. https://elestirelhukuk.com/ceviri/komunizm-ve-haklar-uzerine-vi/ adresinden 02.05.2024 tarihinde erişildi.
[5] Costas Douzinas. Komünizm ve Haklar Üzerine (VI). Çev: Yusuf Enes Karataş. https://elestirelhukuk.com/ceviri/komunizm-ve-haklar-uzerine-vi/ adresinden 02.05.2024 tarihinde erişildi.