Sosyalizmin Siyasal Biçimleri Üzerine Düşünmek: Meclis Hükümet Sistemi

Ege Aydın26 Şubat 2025

Geleceğin sosyalizminin potansiyel siyasal biçimlerini düşünme meselesini önümüze alır almaz Marksist çevrelerden gelen belli bir direnç hissetmeye başlarız. Nitekim daha Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels bunu ilan etmiştir: “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek olan gerçek harekete komünizm diyoruz.”[1]

Bundan ötürü olsa gerek, sosyalist hareketin Marksizmden türeyen damarları, kazma ve küreği elimize bizzat alma vakti gelmediği müddetçe geleceğin sosyalizmini tarif etmeye yönelik düşünsel çabayı gayri meşru bir faaliyet addetmeye meyil gösteregelmiştir.

Gelgelelim 1917’nin üzerinden bir asır zaman geçmiş, bu süreçte 1949’lardan, 1958’lerden ve daha nicelerinden geçen devrim dalgası Hobsbawm’ın tabiriyle “kısa yirminci yüzyıl”ın sonunda sosyalist inşa deneyimlerinin iskambil kuleleri gibi bir bir çökmesiyle gümbürtülü bir nihayete varmıştır. Hal böyleyken 19. yüzyıldan tevarüs edilen sloganların, hakkı verilerek işlenmiş kuramsal çabayı ikame etmesi beklenmemelidir. Nitekim Sam Gindin’in de vurguladığı üzere: “Sosyalistler için halkta sosyalist bir toplumun uygulanabilirliğine dair itimat tesis etmek artık varoluşsal bir meseledir. Bu amacın mümkün olduğuna dair inanç yenilenmeden ve temellendirilmeden, sosyalizm projesini diriltmeyi ve sürdürmeyi tahayyül etmek neredeyse imkansızdır.”[2]

Bundan ötürü geleceğin sosyalizminin potansiyel iktisadi ve siyasal örgütlenmesine dair her tür zihin egzersizini “ütopyacılık” ya da “idealizm” kabilinden zındıklık saymakla sosyalizm projesini kalıcı bir marjinalliğe mahkum etmek arasındaki mesafe epey kısadır. Dolayısıyla, diğer pek çok yönüyle olduğu gibi, siyasal yapılanması yönüyle de sosyalizmin neye benzeyebileceği üzerine düşünmek mühim bir ihtiyaca cevap verebilecektir.

Marksist geleneğin bu meseleyi nispeten ihmal ettiğini en baştan teslim ettik. Ancak bu, Marksist geleneğin, onu önceleyen ve besleyen entelektüel geleneklere de temas etmek suretiyle, bu tür meseleleri irdelerken bize mesafe kat ettirecek kuramsal ve yöntemsel araçlar sunmaktan aciz olduğu anlamına gelmez. “Marksist gelenek” tabirini genişçe bir anlamda kullanıyorum lakin düşünce izleğimi üzerine bina edeceğim hareket noktaları olarak “klasik Marksist” tabir edilen ve sol aydınlar arasında ihtilaflı olan bazı iddiaları doğru kabul edeceğim. Tek bir cümlede özetlemek gerekirse, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde öngördüğü üzere, kapitalist toplumla komünist toplum arasında bir geçiş toplumunun yer aldığını, bu geçiş sürecine bir devletin eşlik edeceğini ve bu devletin esasen “proletaryanın devrimci diktatörlüğü” olacağını kabul edeceğim.[3] Buradan hareketle ve Marksist düşünce geleneğinin bıraktığı izleri takip ederek potansiyel bir cevaba yönelik ilk adımları atmaya çalışacağım.

Proletarya diktatörlüğü dediğimiz vakit bolca ihtilafın ve bir o kadar kafa karışıklığının hüküm sürdüğü bir alana daha adım atmış oluyoruz. Yalnızca aydınlar arasında değil, sosyalist partilerin emektar üyeleri arasında da örneğin Stalin dönemi SSCB’sinin katı uygulamalarına gelen eleştiriler karşısında “proletarya diktatörlüğü de esasen bunu gerektirir, başka türlü olması düşünülemez” gibi cevaplar verilebiliyor. Aynı şekilde Marksizme eleştiri yönelten bazı liberaller de, kimi zaman akamete uğrayan sosyalist inşa girişimlerinin çıktılarını şahit göstererek, proletarya diktatörlüğü fikrini “halk için halka rağmen” bir despotizmi öngören bir fikir gibi anlarlar.[4] Oysa Cem Eroğul’un da dikkat çektiği gibi: “Buradaki ‘diktatörlük’ sözcüğü, ‘egemenlik’ anlamına gelmektedir. Marx’la Engels, yaşamları boyunca, sınıf diktatörlüğü sözcüğünü, yüzyıllardır olduğu gibi, bu anlamda, devletin bir özelliği anlamında kullanmışlardır. Ne var ki, daha on dokuzuncu yüzyılın ortasında, ‘diktatörlük’ kural tanımaz bir yönetim biçimi, yani hükümeti niteleyen bir özellik anlamını kazanmaya başlamıştı.”[5]

Dolayısıyla proletarya diktatörlüğü, siyasal iktidarın icra tarzını değil içeriğini, devletin biçimini değil özünü imleyen bir kavram olarak alınmalıdır. Böyle bir ayrıma Lenin de başvurur: “Kapitalizmden komünizme geçiş siyasal biçimler açısından mutlaka büyük bir bolluk ve çeşitlilik taşıyacaktır; ama öz kaçınılmaz olarak hep aynı kalacaktır: proletaryanın diktatörlüğü.”[6]

Dikkat edilirse Lenin’in, esasen diyalektiğin kategorileri olan öz ve biçimden bahsettiği, proletarya diktatörlüğünü ise öz olarak sınıflandırdığı görülür. Bu bakımdan, Lenin’i de izleyerek, proletarya diktatörlüğü kavramından despotik bir yönetim tarzının çıkarılması biçimle özün birbirine karıştırılması sayılmalıdır.

Biçimle içeriğin, öz ile görüngünün özdeş olmadığını saptadık. Lakin biçim ve içerik arasındaki irtibatı koparmak, bu iki kategoriyi birbirinden yalıtmak yahut biçimi, özün aksine, gerçek olmayan ve ehemmiyeti bulunmayan bir kategori olarak ele almak fahiş birer hata olacaktır. Can Soyer’in ifadesiyle: “Görüngü ya da biçim, özün ya da içeriğin sahte temsili değil, onun kendisini açığa vurma tarzıdır (…) Biçim de olsa sonuçta bir içeriğin biçimidir ve biçimin ardındaki içeriğe erişimi sağlayacak köprü ancak bu biçimlerden geçirilebilir(…) Marksist yöntem, özü ya da içeriği gerçek, görüngüyü ya da biçimi ise gerçek dışı kabul etmez. Görüngü ya da biçim de öz ya da içerik kadar gerçektir.”[7]

Haliyle her türlü biçimin her türlü özü ihtiva edebileceği gibi bir önermenin absürtlüğünden kuşku yoktur. Bunun anlamı, doğmamış çocuğa don biçercesine geleceğin varsayımsal sosyalist toplumunun siyasal teşkilatını en ince detayına kadar yazıp bu süreçte ortaya çıkması kaçınılmaz çeşitliliğe gözlerimizi kapamak değildir elbette. Fakat birtakım siyasal biçimlerin “proletarya diktatörlüğü” özünü ihtiva ve ifade edemeyeceğini tespit etmemiz ve geçiş evresinin olası siyasal biçimleri üzerinde düşünmemiz gerektiği sonucundan kaçınmak zor görünüyor. Örneğin mutlak bir monarşi olarak örgütlenmiş bir devlet aygıtının özünün proletarya diktatörlüğü olduğunu söylemek abesle iştigal etmektir. Zira eşyanın tabiatı gereği monarşi, Komünist Manifesto’daki tabirle “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” demek olan proletarya diktatörlüğünü taşımaya elverişli değildir. Nitekim klasiklerde proletarya diktatörlüğü ibaresinin muadili olarak kullanılan ibarelerden birinin “sosyal cumhuriyet” olması da boşuna değildir.[8]

Marksizmin devlet, özgürlük, diktatörlük, demokrasi gibi başlıklarda sunduğu çerçeve, kendisini önceleyen cumhuriyetçi bir düşünce ve siyaset geleneğinden köklerini alır. Lea Ypi’ye göre izleri Roma cumhuriyetçiliğine kadar sürülebilecek bu gelenek, Marx’a ve Engels’e ilaveten (aralarında önemli farklar olmakla birlikte) Makyavelli, Rousseau, Kant ve Hegel’i de kapsar.[9] Ypi, bu geleneği sürdüren ama bazı noktalarda aşan bir şekilde, Marx ve Engels’in “diktatörlük” kavrayışının derin bir demokratik karakter taşıdığını vurgular. Bu karakter, özgürlüğü kendini özgürleştirme ve adil yönetim olarak kavrayan kamusal irade vurgulu radikal bir özgürlük yorumuna dayanır. Eşitlik, ancak böyle bir özgürlüğü, yabancılaşmaya ve sömürüye son verecek toplumsal insanın özgürlüğünü hayata geçirmenin vasıtası olarak değerlidir.[10] Bunun anlamı, ezilenlerin kendi kurtuluş koşullarına hükmetmesidir: “Siyasal özneliğin adil yönetime katkısı, herkesin cebir kuvvetinin nasıl kullanıldığına dair söz hakkına sahip olduğu kurumlarda herkesin iradesinin başkalarının iradesiyle buluşmasını sağlayan bağlayıcı ve tarafsız karar alma süreçleri tesis etmekten ibarettir.”[11]

Marx’ın bu prensipleri en iyi hayata geçiren örnek olarak gördüğü girişimin Paris Komünü deneyimi olduğunu biliyoruz. Marx, Paris Komünü’nün genel oy hakkı, seçilen sorumlu temsilcilerin her an geri çağrılabilir olması, en tepedeki yöneticilerden başlayarak devlet görevlilerinin ortalama işçi ücreti kadar maaş alması gibi uygulamalarını hayırla anarken bunun yanında Komün’ün “parlamenter bir organ değil, aynı anda hem yasama hem de yürütme işlevlerini üstlenen faal bir organ” olacağını vurgular.[12] Buradan anlaşıldığı üzere, Komün’de öngörülen ve Marx’ın olumlar göründüğü sistemin bir kuvvetler ayrılığı değil kuvvetler birliği sistemi olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıda her türlü özün her türlü biçimle ihtiva edilemeyeceğini, örneğin proletarya diktatörlüğünün mutlak monarşi gibi despotik bir sistemle ters mıknatıslanma yapacağını ifade etmiştim. Kuvvetler birliği deyince de akla kelimenin günümüzdeki anlamıyla diktatörlük sistemlerinin geldiği malumdur. O halde Marx’ın bu noktada kendi benimsediği prensiplerin altını oyacak bir rejim modeline cevaz verdiği mi söylenmelidir?

Cevap hayır. Bilakis, Marx’ın Komün’de gördüğü ve olumladığı devlet modeli, ayağını bastığı ve damgasını vurduğu siyasal düşünce geleneğinin ilkeleri üzerine yükselir. Evvela “kuvvetler birliği” deyip geçilmemesi gerekir. Zira kuvvetler birliği rejimleri içerisinde de belli alt sınıflandırmalar yapılabilir ki bunlar her zaman salt akademik teferruat değildir. Nitekim hepimizin aklına “diktatörlük” olarak gelen rejimler, devlet iktidarını oluşturan erklerin yürütme aygıtında birleştiği sistemlerdir. Oysa Marx’ın tarif ettiği sistem, her ne kadar “parlamenter bir organ değildir” dense de genel oy hakkı ile seçilmiş temsilcilerden müteşekkil bir organı merkezine almakta, yani bu sistemde yasama ve yürütme kuvvetlerini (dikkat ederseniz yargı bunun dışındadır) üstlenen organ “meclis” diye tarif edilebilecek bir yasama organına benzemektedir. Bu, Marx’ın ya da Paris Komünarlarının icat ettiği bir sistem olmayıp, yukarıda bahsettiğimiz düşünce geleneğinin güzide bir düşünsel meyvesidir. İmzasını taşıdığı isimlerin ağırlığına rağmen anayasa hukuku ve siyaset bilimi literatüründe kıyıda köşede kalmış olan bu sistemin adı “meclis hükümeti” sistemidir.

Goran Markovic, meclis hükümeti sisteminin dört ana unsuru olarak şu özellikleri sayar: “(i) yasamaya bağımlı olan yürütme organının ayrı bir varlığı veya kimliğinin bulunmaması, (ii) yürütme yetkisini yerine getiren heyetin, yasamanın talimatlarına ve feshine tabi olması, (iii) yürütme heyetinin yasama üzerinde hiçbir yetkisinin olmaması ve (iv) kanunlaştırma sürecinde yetkinin münhasıran yasama organında olması.”[13]

Anayasa hukukçusu Tolga Şirin, bu sistemin bildiğimiz diktatörlük rejimlerinden farkını şöyle özetler: “Meclislerle yönetimden ziyade monokratik bir keyfiliğin yönetiminin olması erklerin yürütmede birliğini, erklerin mecliste birliğinden ayırır. Birincisinde –prensip itibarıyla- despot bir tiran zulmederek hüküm sürerken, ikincisinde yurttaş denetimine tabi demokratik bir meclis yönetimi geçerlidir.”[14]

Böylelikle Marksist proletarya diktatörlüğü kavrayışının öngördüğü kitlesel ve sınıfsal özneleşme ile meclis hükümeti modeli arasındaki irtibatı görmek mümkün olur. Nitekim, tam ortaya çıkış tarihi belli olmamakla birlikte çağdaş kuramsal ifadesini ilk kez Jean-Jacques Rousseau ile bulan bu sistemin, Rousseau’nun bir düşünürü sayılabileceği Fransız Devrimi’nden 1917 Ekim Devrimi’ne ve önderi Lenin ile birlikte toplumsal mücadeleler tarihinin pek çok sayfasında izinin bulunması mümkündür.[15] Nitekim dünyanın pek çok yerinde ve tarihin çeşitli safhalarında devrimci süreçlerin farklı isimlerle de olsa meclis olarak tarif edilebilecek yapılar ürettiği ve bu yapıların birer kurucu irade ortaya koymaya yöneldikleri vakidir.

Biraz dikkatli bakıldığında, ister “komün” olarak, ister “Sovyet” olarak isterse de başka isimlerle çeşitli coğrafyalarda benzer meclis yapılarının ortaya çıkması pek de şaşırtıcı değildir. Nitekim bunlar, ezilen sınıfların kendi iradelerini, içinde bulundukları kolektif hayatın gidişatına aksettirme mücadelelerinin meyvesi olarak vücut bulan iktidar organlarıdır. Dolayısıyla bunların, toplumsal mücadelelerin barındırdığı evrensel bir dinamiğin, özgül tarihsel ve sosyo-politik koşullardaki tezahürü olarak kavranmasında bir sakınca yoktur. Kristin Ross, bu dinamiğin adına “komün formu” demektedir.

Ross’a göre “komün formu, bir form olarak, zaman içinde değişmeyen durağan tanımlara müsait değildir ve dünyanın her yerinde aynı şekilde cereyan etmez.”[16] Kristin Ross, Marx ve Kropotkin’in Paris Komünü değerlendirmelerine dair şu tespiti yapar: “Hem Marx hem de Kropotkin için devrim, komün formunun doğrudan demokrasisinden ayırt edilemez ve bu demokrasi, halihazırda yürürlükte olan siyasal biçimlerin dışına taşan bir ayaklanmadır. Marx’ın Paris Komünü’nü ‘alabildiğine genişleyici bir siyasal biçim’ olarak nitelerken kast ettiği şey budur. Hem Marx hem de Kropotkin için komün formu, aynı anda devrimin bağlamı ve muhtevasıdır, ya da Kropotkin’in ifadesiyle, ‘devrimin zorunlu ortamı ve onu meydana getirmenin vasıtasıdır.”[17]

Her ne kadar Ross “komün formu”nun siyasal olmaktan ziyade “idari”, gündelik ve sıradan işlere bakan yönünü vurgulamayı tercih etse de[18] siyasal iktidarın gerekliliğine dair Leninist hassasiyeti taşıyanlar için de yol gösterici olabilecek önemli bir dinamiği gözler önüne serdiğini söylemek yanlış olmaz. Bu bakımdan meclis hükümeti modeli, özgül tarihsel ve toplumsal bağlamlarda farklı özellikler edinebileceğini veya bazı özelliklerini yitirebileceğini göz önünde tutmak kaydıyla “komün formu”nun siyasal iktidar düzeyindeki çıktısı olarak, sosyalizmin özünü ihtiva etmeye müsait bir siyasal kabuk olarak değerlendirilebilir.

Ekim Devrimi’nin ve erken SSCB’nin tarihine baktığımızda bu tespitimizin mütevazı bir sağlamasını bulabiliriz. Macar tarihçi Tamas Krausz’un ifadesiyle: “Ekim Devrimi’nden çok önce Lenin, Paris Komünü’ne Rus sosyalist devrimi için olası ve doğal bir ‘öncü’ olarak bakıyordu.”[19] Krausz, Lenin’in birtakım terminolojik muğlaklıkları ele aldıktan sonra Fransızca kökenli “communa” kelimesinde karar kıldığını belirterek şöyle söylüyor: “Bu sosyalist ‘topluluğun’(community) yaratılması, devrimin maddesi ve maksadı olarak görülmelidir. O halde devrim, ücretli emekçilerin aynı anda ekonomik, siyasal ve sosyal bir fiiliydi.”[20]

Çarlık coğrafyasındaki sınıf mücadelelerinin dinamiği, başka coğrafyalarda olduğu gibi orada da emekçi kitlelerin özneleşme çabasını yansıtan meclis oluşumlarına vücut vermişti. 1905 devriminden beri varlığını sürdüren işçi meclisleri -ki bunlara “sovyet” denmekteydi-, Şubat ve Ekim Devrimleri arasındaki süreçte Bolşeviklerin propagandasında ve siyasal vizyonunda merkezi yer işgal etmeye başladı. Lenin’in sürgünden dönüşü ile Bolşevikler, Şubat Devrimi ile tesis edilen Geçici Hükümet’e karşı “tüm iktidar sovyetlere!” sloganını ortaya koydular.[21] Kanadalı siyaset bilimci David Mandel, bunun anlamını şu şekilde açıklıyor: “(…) Haziran ayına gelindiğinde, başkentteki işçilerin çoğunluğu Bolşeviklerin hükümet politikalarını mülk sahibi sınıfların nüfuzundan azat etme talebini benimsemişti. Özü itibariyle ‘tüm iktidar sovyetlere’ sloganının anlamı buydu: yalnızca işçilere ve köylülere hesap veren bir hükümet.”[22]

1917’den bu yana bir asrı devirmişken, hikayenin sonunu bilmenin rahatlığıyla Ekim’e giden yoldaki “taban” inisiyatifini önemsiz görmenin, Bolşevik kadroların Paris Komünü’nü örnek alan radikal bir demokrasi projesini zihinlerinde taşıyabildikleri düşüncesini büsbütün gülünç saymanın belli bir cazibesi vardır elbet. Üstelik “1918’de Kurucu Meclis’i dağıtan, 1921’de parti içi muhalefeti yasaklayan Lenin değil miydi?” diye de sorulabilir. Öncelikle; şu veya bu aktörün somut siyasal tercihlerini tartışmanın yeri bu yazı değil. Ama devrim sonrası sürecin gelişimini belli bir bağlama oturtmak için bazı şeylerin hatırlanmasında yarar var. Evvela belirtilmelidir ki: “(…) Gerçekten var olan bir sosyalizm inşa etmeye yönelik ilk çaba (1917 Rusya’sı), Avrupa’nın en az gelişmiş ülkesinde meydana geldi ve Sovyetler Birliği’nin geri kalanı ya feodaldi ya da hiçbir endüstriyel gelişim olmaksızın geçimlik tarıma dayanıyordu.”[23]

Rusya uzmanı sosyolog David Lane’den aktaralım: “Çarlık Rusya’sının kültürel ve siyasal mirası, ki Lenin’in parti teorisinde halihazırda görülebilmektedir, Bolşeviklerin politikaları üzerinde büyük bir etkiye sahipti. Liderlerin politikalarını hayata geçirebilme yetilerini sınırlayan kritik doğal koşullar mevcuttu. Bunlar, sahip oldukları toprakların devasa boyutundan, sert iklim koşullarından ve iktisadi kaynakların düşük miktarlarda olmasından kaynaklanıyordu. Sovyet rejiminin dayandığı toplumsal temel, sayısal bakımdan az bir aydınlar kümesini ve kentli işçi sınıfını kapsıyordu ve ekseriyetle eğitimsiz insanlardan müteşekkildi. Düşük okuma yazma seviyesi, yollar ve telefon hatları gibi altyapı mevhumlarının kötü durumda olmasıyla da pekişen iletişim problemleri yaratıyordu. (…) Devrim sonrası yıllar, Fransız Devrimi’ni takip eden yıllara benzer şekilde iç savaş ve baskı ile çalkalanıyordu. İki büyük siyasal güç Bolşeviklere karşı durdu ve sosyalist siyasal düzenin ısrarlı hasımları oldular. İlk olarak, egemen devletlerin ilan edildiği Ukrayna, Gürcistan ve Orta Asya’da milliyetçi gruplar silahlı direniş ortaya koydular. Milliyetçilik anti-komünizmin siyasal vasıtası haline geldi. (…) İkincisi; Amerikan, Britanya İmparatorluğu ve Japon askerlerinin silahlı müdahalesi, Batılı güçlerin Ekim’in getirdiği değişimleri geriye çevirme çabalarını ayyuka çıkardı. Batılı devlet adamları bir Bolşevik tehdidi tahayyül ettiler ve hem askerlerini hem de ülkelerindeki kamuoyunu Bolşevik düzenine karşı seferber ettiler. Muzaffer devletler tarafından 1919 yılında düzenlenen Paris Barış Konferansı’nda (Rusya’nın Bolşevik hükümeti konferansta temsil edilmedi) Batı Avrupalı devletlerin bu yeni Cumhuriyet’e karşı nasıl müdahalelerde bulunabileceği ele alındı. (…) Engels’in de daha önce belirttiği gibi ‘komünizm heyulası Avrupa’yı dolaşıyordu’. Ama bu heyula yalnızca eski Rus İmparatorluğu’nun Bolşevik idaresinde kalan kısımlarında devlet iktidarına dönüşecek şekilde ete kemiğe büründü. Her ne kadar Avrupa’da önemli tamamlayıcı devrimci ayaklanmalar olduysa da bunlar başarıyla bastırıldılar.”[24]

İkincisi; bütün bu sebeplerle, kelimenin orijinal anlamı ile “Sovyet” hükümetinin akıbeti, belli yönlerden devrim döneminin umutlarını boşa çıkarmış olabilir. Ancak burada önemli olan noktayı, yani hem entelektüel arka planı hem de somut hedefleri bakımından Ekim Devrimi’nin de kökleri en azından Rousseau’dan Marx’a uzanan bir “radikal demokrasi”[25] geleneğinin içerisinde değerlendirilebileceğini, bu geleneğin ortaya koyduğu en dört başı mamur siyasi model olan meclis hükümetini burada bulabildiğimizi gözden kaçırmamak gerekir.

Üstelik, her ne kadar fiilen son derece sert ve merkezi bir yürütme organı ile idare edilse de, Sovyetler Birliği’nin anayasal çatısı varlığı boyunca en azından “de jure” olarak Ekim Devrimi’nden neşet eden “radikal demokratik” hedeflerden izler taşımıştır. Bu gözlem, Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin 1918 tarihli anayasası için olduğu gibi SSCB’nin varlığı boyunca benimseyeceği üç anayasa (1924, 1936, 1977) için de geçerlidir. Goran Markovic, RFSSC’nin 1918 tarihli anayasası için şöyle söylemektedir: “(…) Bu anayasa, daha sonraki Sovyet anayasacılığının paradigmasını teşkil eder; nitekim bu anayasanın siyasal kurumlar arasındaki ilişkilere dair prensiplerini, bazı farklılıklar olmakla birlikte 1924, 1936 ve 1977 yılında yürürlüğe koyulan anayasalar da benimsemiştir.”[26]

O yüzden 1918 Anayasası’na bir adım daha yakından bakmak, amacın hasıl olması için kafi gelecektir. Anayasa’nın tanıdığı sosyal ve medeni haklar gibi pek çok yönü incelemeye değer olsa da kendimi devlet biçimini ve yönetim şeklini doğrudan ilgilendiren yönleriyle sınırlandıracağım. Yine Tolga Şirin’den aktaracağız: “Devrimden sonra, yeni bir Anayasa’nın yayımlanacağı 1918’e kadarki dokuz aylık süreçte dokuz yüz elliden fazla kararname yayımlandı. Bu kararnamelerin büyük kısmı maddi yönden anayasal nitelikte,* bir bakıma organik kanun gibiydi. Bu kararnameler baştan itibaren tüm iktidarın bölünmeksizin Sovyetlerde (İşçi, Asker ve Köylülerin Sovyetleri) olduğunu ilan ederken, Çarlık Rusyası’nın 1906 Anayasası’ndaki erkler ayrılığı ilkesinin yerine erkler birliğini getirmiş oluyordu. Ayrıca bir de yürütme için Halk Komiserleri Konseyi (Sovnarkom) kuruldu. Sovyetler Kongresi ve onun Merkezi İcra Komitesinin denetimine ve icabında görevden alma yetkisine tabi bu yürütme organı, yasama organının hiyerarşik olarak altında sayılıyordu. Bu kararnameler rejimi, 1918’de bir Anayasa ile somutlaştırıldı. (…) Anayasa’nın ilk maddesi bir bildirge ile başlar.(…) Fakat bu Bildirge, bir haklar manzumaesi olmaktan çok devrimci bir programdı. Bildirge, Rusya’nın ‘İşçi, Asker ve Köylü Vekilleri Sovyetleri Cumhuriyeti’ olarak adlandırılacağını ve merkezi ve yerel olarak tüm iktidarın bu Sovyetlere ait olduğunu ilan etmişti.”[27]

Anayasa’ya göre egemenliğin kaynağı emekçi halk ve organı da doğrudanlığı ideal olarak alan ancak temsilin esas olduğu Sovyetlerdi.[28] Tüm Rusya Kongresi, RFSSC’nin en yüksek iktidarı olarak belirleniyor, kongrenin de kır ve kent Sovyetlerinin göndereceği temsilcilerden müteşekkil olduğu hükme bağlanıyordu. Tüm Rusya Kongresi, 200 kişiyi geçmeyen bir Tüm Rusya Merkezi Yürütme Komitesi seçiyor ve bu Merkezi Yürütme Komitesi, Kongre’ye karşı sorumlu bulunuyordu. Kongre’ye karşı sorumlu olan Komite, bütün yasama ve yürütme yetkisini kullanan temel organ konumundaydı. “Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin işlerinin genel idaresi”nden sorumlu Halk Komiserleri Konseyi, “hükümet işlerinin düzgün ve hızlı ifa edilmesi” için gerekli tüm adımları atma, emirler ve kararnameler çıkarma yetkisiyle donanmıştı. Ancak Konsey, tüm emir ve kararlarından Merkezi Yürütme Komitesi’ni derhal haberdar etme yükümlülüğü altında bulunduğu gibi, Konsey’in bütün kararları ve emirleri Merkezi Yürütme Komitesi tarafından iptal edilebiliyor ya da askıya alınabiliyordu.[29] En nihayetinde tüm erkleri bir tür yasama organının elinde toplayan ve yürütme organını çeşitli yönlerden bu yasama organına tabi kılan bir kurguya sahip olması, Sovyet anayasacılığının “meclis hükümeti” olarak tarif edilen türden bir erkler birliği ilkesinden yola çıktığını ortaya koymaya yeterlidir.

1919-1920 İtalya’sının Biennio Rosso’sundan Chavez dönemi Venezuela’sının komünlerine, taban inisiyatifini bir iktidar modeli olarak örgütlemeye çalışan meclis yapıları, çok çeşitli yer ve zamanlarda ortaya çıkmıştır. Meclis hükümeti, bir bakıma bu çabaların mantıki uzantısıdır. Bu deneyimlerin tamamını hakkını vererek değerlendirmek hem bu yazının sınırlarını hem de bir birey olarak benim becerilerimi aşacaktır. Meclis hükümeti sisteminin detaylı bir incelemesi ve geleceğin sosyalizminde nasıl hayata geçirilebileceğinin ayrıntılarıyla ortaya koyulması da benim ifa edemeyeceğim kadar devasa bir görev. Ancak bu kadar lafın kuru gürültüden ibaret olmadığını, belli başlı konularda meramımı aktarabildiğimi umuyorum.

Marksist gelenek, ütopyacılık alerjisi dolayısıyla geleceğin sosyalizminin neye benzeyeceğini söylemekten kaçınmıştır ve buna geleceğin sosyalizminin siyasal biçimleri de dahildir. Günümüzde ise bu tavrın yararından çok zararı olacaktır. Neyse ki Marksist gelenek, bizi bu arayışta belli bir yöne sevk edecek ipuçlarından ve düşünsel zenginlikten yoksun değildir. Özellikle klasiklere ve devrimci deneyimlere -buna Ekim Devrimi de dahildir- göz attığımızda günümüzün anayasa hukuku ve siyaset bilimi literatürüne “meclis hükümeti” olarak geçmiş bir sisteme rastlıyoruz. Bir siyasal kabuk olarak meclis hükümetinin, kapitalizm sonrası bir alternatif için epey umut vaat eden bir olasılık olduğu kanaatindeyim. “Her türlü derdimizin çaresi budur ve başka türlü olması düşünülemez” dememekle beraber sosyalizme dair ciddiyet sahibi olanların bu konuya ciddiyetle eğilmesi ve bu yazıda ancak emekleme adımları olarak var olabilen kuramsal çabayı çok daha ileri taşıması bana yeterince mühim bir mesele gibi görünüyor.

*Maddi anlamda anayasa kavramı, devletin kendisini örgütleyiş şeklini ve temel organlarının birbirleriyle ilişkilerini ifade eden bir kavram olarak kullanılır. Buna karşılık şekli anayasa kavramı, anayasanın normlar hiyerarşisinde işgal ettiği basamak ve anayasal hükümlerin değiştirilme usulü gibi şekli kriterleri esas alır. [bkz. Goldoni, M. and Wilkinson, M. A. (2018) The material constitution. Modern Law Review, 81(4), pp. 567-597. (doi:10.1111/1468-2230.12352)].

[1] Karl Marx&Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yayınları: Ankara (2015), Dokuzuncu Baskı, s. 60
[2] Sam Gindin, Socialism for Realists, Catalyst, Cilt: 2, No: 3, Sonbahar 2018 https://catalyst-journal.com/2018/12/socialism-for-realists (Erişim tarihi: 18.08.2024)
[3] Karl Marx, Critique of the Gotha Programme, Chapter 4 https://www.marxists.org/archive/marx/works/1875/gotha/ch04.htm (Erişim tarihi: 19.08.2024)
[4] Örneğin konusuna nispeten insaflı da yaklaşsa liberal bir tarihçi olan Mary Fulbrook, Demokratik Alman Cumhuriyeti bağlamında “Marksist görüşe göre komünizme geçiş süreci kaçınılmaz olarak anti-demokratik olacaktı” diyebiliyor. (bkz. Mary Fulbrook, The People’s State: East German Society From Hitler to Honecker, Yale University Press: New Haven and London(2005)
[5] Cem Eroğul, Ekim Devrimi ve Devlet Sorunu, İçinde: 100. Yılında Ekim Devrimi, Hazırlayan: Gökhan Atılgan, Yordam Kitap (2017), s.150
[6] Vladimir İlyiç Lenin, State and Revolution,  İçinde: Collected Works, cilt 25, Progress: Moskova(1974) İkinci Baskı, syf. 418, Aktaran: Metin Çulhaoğlu, Bolşevik Devrimin Demokrasiyle İmtihanı: İçinde: 100. Yılında Ekim Devrimi, Hazırlayan: Gökhan Atılgan, Yordam Kitap (2017), s. 201
[7] Can Soyer, Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem; Yordam Kitap (Aralık 2020), s. 47
[8] Lea Ypi, Democratic dictatorship: Political legitimacy in Marxist perspective. European Journal of Philosophy. 2020; 28: 277–291. https://doi.org/10.1111/ejop.12500
[9] Lea Ypi, agy.
[10] Metin Çulhaoğlu, Eşitlik ve Özgürlük: Soldaki, Sağdaki ve Ortadaki, İçinde: Doğruda Durmanın Felsefesi: Metin Çulhaoğlu Seçme Yazılar -1, YGS Yayınları, Birinci Baskı (Ekim 2002)  s. 246-247
[11] Lea Ypi, agy.
[12] Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, çeviren: Erkin Özalp, Birinci Baskı, Yordam Kitap (Ekim 2016), s. 83
[13] Goran Markovic, Novelties of the Soviet Constitutionalism: The Principle of Unity of Powers. International Critical Thought, Cilt 7(3), 2017, s. 345–360. Aktaran: Tolga Şirin, Meclis Hükümeti: Rousseau’dan Marx’a, Lenin’den Atatürk’e Bir Ortak Kesen, Onikilevha Yayınları: İstanbul, Birinci Baskı(Ekim 2023), s. 17
[14] Tolga Şirin, Meclis Hükümeti, s. 30
[15] Ayrıntılı bilgi için Tolga Şirin’in yukarıda adı geçen Meclis Hükümeti çalışmasının ilgili bölümlerine bakılabilir. Şirin, Mustafa Kemal Atatürk’ün kuvvetler ayrılığı-kuvvetler birliği üzerine düşüncelerini de meclis hükümeti çerçevesi içinde değerlendirir.
[16] Kristin Ross, The Paris Commune’s Spirit Is Still Alive, Jacobin https://jacobin.com/2024/09/paris-commune-form-marx-politics (Erişim Tarihi: 7.12.2024)
[17] Kristin Ross, agy. https://jacobin.com/2024/09/paris-commune-form-marx-politics   (Erişim Tarihi: 7.12.2024)
[18] Kristin Ross, Compositions, E-Flux, Sayı 148, Ekim 2024 https://www.e-flux.com/journal/148/630603/composition/ (Erişim Tarihi: 07.12.2024)
[19] Tamas Krausz; One Hundred Years, One Hundred Messages; Monthly Review, 1 Temmuz 2017 https://monthlyreview.org/2017/07/01/one-hundred-years-one-hundred-messages/#fn11 (Erişim Tarihi: 07.12.2024)
[20] Tamas Krausz, agy. https://monthlyreview.org/2017/07/01/one-hundred-years-one-hundred-messages/ (Erişim Tarihi: 07.12.2024)
[21] David Mandel, Workers Control and Factory Committees in the Russian Revolution 1917-18 https://www.academia.edu/124422202/Workers_Control_and_Factory_Committees (Erişim Tarihi: 08.12.2024)
[22] David Mandel, The Legacy of the October Revolution, Workers of the World, Cilt I, No: 10, s. 90-100 (Ekim 2021)
[23] Torkil Lauesen, The Long Transition Toward Socialism and the End of Capitalism, Iskra Books (2024), s. 29
[24] David Lane, The Significance of the October Revolution of 1917 https://research.sociology.cam.ac.uk/news/significance-october-revolution-1917 (Erişim tarihi: 23.12.2024)
[25] Tırnak içerisine aldığım radikal demokrasi kavramını Laclau ve Mouffe tarafından popülarize edilen anlamıyla kullanmadığımı ifade etme ihtiyacı duyuyorum.
[26] Goran Marković, Novelties of the Soviet Constitutionalism: The Principle of Unity of Powers. International Critical Thought, Cilt 7:3, 2017, syf. 347 DOI:10.1080/21598282.2017.1356234
[27] Tolga Şirin, Meclis Hükümeti, s. 98-99
[28] Tolga Şirin, agy., s. 100
[29] 1918 Constitution of the Russian Soviet Federated Socialist Republic, Article Three, Organization of the Soviet Power,  A. Organization of Central Power https://www.marxists.org/history/ussr/government/constitution/1918/article3.htm (Erişim Tarihi: 27.12.2024)