O Bayraklar Neden Hiç İnmemeli?

Can Koçak18 Aralık 2025

19 Mart’tan sonra CHP’nin farklı illerde yaptığı mitinglerden herhangi birine denk geldiyseniz, Özgür Özel’in “Yelken bayrakları indirelim arkadaşlar,”[1] ricasını da duymuşsunuzdur. Ekseriyetle CHP’nin eylem çağrısına yanıt veren, ancak AKP’nin halka dönük saldırılarının CHP’yle sınırlı olmadığı bilen sol örgütlerin taşıdığı bayraklara getirilen bir eleştiri bu. Uzunca süre sosyal medyada karşıma çıkan bu ifadeye, 14 Eylül’de düzenlenen Tandoğan Mitingi’nde bizzat şahit oldum. O gün ilk kez dillendirdiğinde talebinin yerine getirilmediğini gören Özel, bu sefer şunları söyledi: “Ya arkadaşlar ne olur, iki dakika sizin partinizin de bayrağı görünsün diye yapmayın şöyle şeyler.” O an zaten aklımdaki bir sorunun altı kalın bir kalemle çizildi: Sahi, o bayraklar oraya niye gidiyor? 

Bu soruyu bana ilk kez bu denli yoğun düşündüren olay, birkaç ay önce yaşanmıştı. 19 Mart’tan sonra Saraçhane’de olduğu gibi Londra’nın merkezinde de düzenli kitlesel eylemler gerçekleştiriliyordu. Ben de eylemin düzenleyicilerinden Türkiye İşçi Partisi’yle birlikte bu eylemlere katılıyordum. Eylemlerin ikinci ya da üçüncü haftasından hemen önce olsa gerek, Londra’da okuyan bir üniversite öğrencisi ulaşarak bizimle beraber yürümek istediğini söyledi. Onun da aramıza katılmasıyla bayraklarımızı, Türkçe ve İngilizce dövizlerimizi topladık, buluşma noktası olan Trafalgar Meydanı’nın yolunu tuttuk.

Trafalgar Meydanı’ndan Başbakanlık Konutu’na yürünecek, orada kurulacak kürsüde konuşmalar yapılacaktı. Yaklaşık 7000 kişiyle birlikte Başbakanlık Konutu’na ulaştık, kürsü kuruldu, konuşmalar başladı. Sıra TİP Britanya örgütü adına konuşacak kişiye gelmek üzereydi ki, yeni tanıştığım o genç arkadaşımdan bir ricada bulundum. Konuşma videoya çekiliyordu, fakat tüm oluşumların bayrakları konuşmaları esnasında kürsünün arkasında sallanırken, TİP’in bayrağı görünmüyordu. Hâliyle o da kürsünün arkasındaki diğer bayrakların yanında bizim bayrağımızı taşıyabilirse, görüntü daha da güzelleşebilirdi.

Konuşma başlamıştı ve oldukça güçlüydü, ancak arkadaki görüntü pek de hayal ettiğim gibi değildi. Genç arkadaşım bayrağı yukarı kaldırmaktan sanki imtina ediyor, elimle ve gözlerimle yapmaya çalıştığım envaiçeşit işareti dikkate almıyordu. Eylem bittikten sonra da hızla alandan ayrıldı. Onu istemsizce kırdığımdan da endişelenerek kendisine mesaj attım, yüz yüze tanışmaktan çok memnun olduğumu, sonraki eylemlerde de görüşüp bol bol konuşmak istediğimi söyledim. Gelgelelim bana kendisinin de çok memnun olduğunu, ancak bu gibi eylemlerde bayrak tutma fikrine katılmadığını, çünkü “reklam içerikli” faaliyetlerin sosyal medyada ilerlemesi gerektiğini ve eylemlerin bunlardan arı kalmasını daha doğru bulduğunu ifade eden bir yanıt verdi.

İtiraf edeyim, böyle bir yanıt beklemediğim için biraz afalladım, “Biz sosyalistiz, reklamla işimiz olmaz,” minvalinde, o ânın somut koşulları dahilinde kof hamasetten başka hiçbir anlama gelmeyen, belki de sosyalist hareketin bir öğrenciyle kopmasına sebep olabilecek bir mesaj gönderdim. Nitekim böyle de oldu, tekrar görüşemedik. Ancak yaptığı yorum ciddi düzeyde aklıma takılmıştı. Bu yüzden Özgür Özel Tandoğan’da aynı şeyi söylediğinde biraz daha hazırlıklıydım. Özellikle ikinci çıkışı (“Ya arkadaşlar ne olur…”) kitlede de karşılık bulmuş, çevremde “Evet, reklam yok!” gibi nidalara vesile olmuştu. Birçok sosyalist grup bayrakları indirmemek konusunda ısrarcı olduysa da sonunda, kalabalıktan da “Göremiyoruz,” çağrıları yükselince bayraklar indirilmek zorunda kaldı.

Öncelikle bu tarz mitinglerde esas mesele, sahnede verilen görüntüden çok sahneden verilen mesaj olsa gerek. Bir diğer deyişle, bir grup orta yaşlı erkeği çıplak gözle görememenin neden bu kadar büyük bir sorun teşkil ettiğini anlamadığımı belirtmeliyim. Bir yandan kabul etmeliyiz ki eylem alanında halktan böyle bir talep geliyorsa, sosyalistlerin görevi kitleyle didişmek olamaz. Ancak hazır ortalık durulmuş, kitlesel eylemler sona ermişken, bu örnekler ışığında bayrakların işlevine dair kafa yormakta sakınca olmadığı kanaatindeyim.

Semih Gümüş, Engels’ten ilhamla “Partinin programı bayrağıdır” diye bir yazı yazmıştı[2]. Yazıda hatırlatıldığına göre program, bayrak aracılığıyla partinin en ön mevkideki, dolayısıyla en göz önündeki unsuruydu. Bu eşitliği tersinden okursak, “Bayrak da partinin programıdır,” önermesini ileri sürebiliriz. Yani parti, bayrakta cisimleşen programını yanında taşımaktadır. Buna döneceğiz.

Engelsçilik oynamak haddimize değil, ama bir denklem daha kurmaya çalışalım: Bayrak, alanı öğretir; alan da bayrağı. Eylem bitmiş, tüm örgütler bayraklarını ve dövizlerini tek bir noktada toplamaya çalışıyor. Sosyalist hareketle yeni temas kuran bir başka gencin, sosyoloji hocalığı yapan daha tecrübeli birine sorduğu soruya şahit oluyorum: “Abi sen bilirsin, bu bayrakları nasıl bağlamak lazım?” Soruya gelen cevap, hepimizi güldürüyor: “Abi sonuçta Kapital’de ‘Şuradan tutup bağlayın,’ yazmıyor ki. Ben de yapa yapa öğrendim.”

Tabii özellikle kitlesel eylemler söz konusu olduğunda mesele örgütün içinden ibaret değil. Dolayısıyla bayrağın dışarıya verdiği mesaja da değinmek gerekiyor. Bu yazıdaki iddiamıza göre de bayrak elzem, çünkü bayrağı taşımak, dalgalandırmak, ısrarla yere indirmemek hem güvenlik hem de memleket meselesi.

İşin güvenlik boyutundan başlayalım. Biliyoruz ki hak verilmez, örgütlü mücadeleyle kazanılır. Örneğin aldığınız maaştan memnun değilseniz, zam talebini tek başınıza dillendirmeniz duymazdan gelinebilir. Ancak aynı iş yerindeki herkes ses çıkarırsa, yönetim kayıtsız kalamaz. Bu yüzden patronların en büyük güvencelerinden biri, maaş gizliliğidir. Çalışanlar iş arkadaşlarından bilgi saklamaya zorlanır ki birlikte hareket etmek yerine rekabet etsinler.

Benzer şekilde, yalnızca örgütlü mücadele içindekilerin verebileceği bazı refleksler vardır. Örneğin Tandoğan’daki miting alanına gaz bombaları ve TOMA’larla saldırılsa, “Reklam yok,” diyenler kolaylıkla dağıtılabilecekken, örgütlüler yoldaşlarının ve kitlenin güvenliğini sağlamak için direnecektir. Bu yüzden herhangi bir eylemdeki en güvenli nokta, bayraklıların yanıdır. 19 Mart olayları da geçmişteki yüzlerce tecrübe gibi bu hakikati yeniden ispatlamıştır.

Bayrağın taşınmasının memleket meselesi olması ise memleketin siyasi tablosuyla alakalı. “Bayrak parti programıdır” demiş, bu ifadeye dönme sözü vermiştik. Öyleyse partinin ideolojisinin alanlara taşınmasının yolu bayraklardan geçer. Dünyanın her yerinde müesses nizama öfkeli, umutsuzluktan bıkmış gençlerden, halklardan bahsediyoruz. Bu kitlelerin rahatlıkla sağa da kayabildiğini AfD, Reform, Trump, Zafer Partisi gibi pek çok örnek üzerinden görebiliyor, bir tür “kara düzen”[3] enternasyonalinin kurulduğu, küresel bir karşı-devrim[4] aracılığıyla sağ değerlerin dünya halklarına empoze edildiği tespitini yapıyoruz. Hâl böyleyken, bu kitleleri sol değerlerle tanıştırmanın ya da tanışıklıklarını geliştirmenin önemini de biliyor olmamız gerekir. Bayrak bu açıdan oldukça kritiktir, çünkü kimin neyi temsil ettiğini kitlelere anında aktarabilir.

Tabii hayatı neoliberal paradigmalar üzerinden yaşamaya alışkınsak, sol değerlerle tanışmak, bunlara alışmak ve bunları benimsemek sancılı olabilir. Bu tür durumlarda aklıma hep yürüyen merdiven örneği gelir. Malumunuz, yürüyen merdivenlerin bir tarafında bekleyerek diğer taraftan hızlı geçmek isteyenlere yol vermek, dünya çapında yaygın bir pratiktir. Oysa aşağıda örneğin 50 kişi varsa, hedefimiz de bu 50 kişinin tamamını mümkün olan en hızlı biçimde yukarıya taşımaksa, yapılması gereken tüm alana yayılmak, yükü eşit dağıtmaktır. Denklemi böyle kurduğumuzda, birilerinin bir taraftan hızlı gidebilmek uğruna diğerlerini geciktirmesi, alabildiğine bireyci bir yaklaşım gibi görünür. Bunu söylerken elbette gündelik hayatta yürüyen merdivenlerin soluna geçmenizi önermiyorum, daha ziyade yürüyen merdiven adabımuaşeretini benzetme niyetine kullanıyorum. Öte yandan, aynı metaforu sürdürürsek, otoritenin yürüyen merdivenler aracılığıyla bize sürekli “sağda durmamızı” tembihlemesini fazlasıyla manidar da bulabiliriz.

İşte aynı neoliberal paradigma, parti logosunun göründüğü bayrakların varlığını da “reklam” addedebilir. Her şeyin metalaşmasına dair endişeler yerindedir, ama bayrağın işlevini azımsamamak gerekir. Hatta hafızamızı biraz yoklarsak, bu tür yaklaşımlar daha önceki kitlesel eylemlerden tanıdık gelebilir. Örneğin Gezi Direnişi sırasında dillendirilen “Flamasız Gezi” çağrıları, iktidarın “Gezi’nin ilk üç günü” gibi söylemlerine eklemlenmiş, nihayetinde sokağı apolitikleştirme stratejilerinden birine dönüşmüştür. Gezi zamanında olduğu gibi bugün de siyasetimizden taviz vermemek, varoluşumuzu az daha “makul”, az daha “meşru” gösterecek söylemlere kapılıp gitmemek gerekir. Nitekim yoğun bir karşı-devrimci saldırı altındayken bu tarz çıkışlar, barikatı geri çekmekten başka bir anlama gelmez.

Velhasıl, o bayraklar hiç inmemelidir, çünkü insanlığın biraz arkasını kollayan birileri olduğunu bilmeye, biraz da her yerde görebileceği bir kurtuluş reçetesi olarak sosyalizme ihtiyacı vardır.

[1] https://www.instagram.com/reel/DPRstW4jDLq/
[2] https://www.ayrim.org/guncel/programi-partinin-bayragidir/
[3] https://www.youtube.com/watch?v=DKP_XFe3-Z4
[4] https://www.ayrim.org/guncel/karsi-devrim-olarak-fasizm-ve-patriyarka-ayni-cephede-yeniden/